Yaz
Riyad
İslamiyet’in doğduğu kutsal topraklarda bulunan Mekke’yle Medine şehirleri, Suudi Arabistan denilince akla ilk gelen ve bence insanın ömründe bir kere gidip görmesi gereken yerler. Benim yolum ilk olarak iş toplantıları vesilesiyle Riyad’a düştü. Burası doğudaki Nejd eyaletinin kalbinde, ülkenin başkenti olan bir çöl vahası. 18. yy’da ortaya çıkan Vahabi tarikatı ilk olaral burada tutunmuş; Suud ailesiyle ittifak kurup Osmanlılara karşı batıya yani Hicaz’a doğru yayılarak Mekke Şerifi Hüseyin’i bertaraf edip ülke yönetimi ele geçirmiş. Suud ailesi resmi olarak 1916-1918 Arap İsyanı’nda rol almadıysa bile I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın bölgedeki süzeren statüsünün sona erip çekilmesiyle Hicaz’a hâkim olmuş ve 1920li yılların sonuda dört bölgeden oluşan ülkenin bütünlüğünü sağlayarak tek bir çatı altında birleştirmiş. 1932’de bağımsızlığını ilan eden Suudi Arabistan hiçbir dönem tam anlamıyla bir İngiliz sömürgesi olmasa da I. Dünya Savaşı’nda ünlü ajan-arkeolog Arabistanlı Lawrence’ın Osmanlılara karşı Haşimi önderliğindeki Hicaz Araplarını burada örgütleyip savaştırdığını, bölgenin İngiliz protektorası ya da himayesi altına girmesinde büyük rol oynadığını biliyoruz. Bugün monarşiyle yönetilen ülkede son yıllarda yapılan reformlarla halka daha geniş bir yaşan alanı ve haklar tanınsa da hala katı bir sistemin uygulandığını söylemek yanlış olmayacaktır…
Suudi Arabistan’a ilk birkaç gidişim hep iş vesilesiyle Riyad şehrine oldu. İnişte vize kuyruğunda uzun süre beklediğim oldu. Bir kere Suudi Arabistan’a iş seyahstiyle girmek için Türkiye ya da batılı hangi ülke vatandaşı olursanız olun önceden vize alma mecburiyeti var. Prosedür uzun değil, gerekli evrakları teslim edince 1-2 iş gününde halloluyor. Kapıda vize memuru uzun uzadıya pasaporta bakıyor, önde de her ülkeden ve özellikle Hindistan, Pakistan ve Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinden işçi statüsünde gelen insanlar olduğu için sıra gelmesi zaman alıyor. Eskiden pasaportunda İsrail damgası olanları almadıklarına dair bir söylenti vardı, hatta vizeye başvurmadan önce buna dikkat edilirdi ama ben gittiğimde böyle bir uygulama görmedim. Pasaportun sayfalarına bakmadan sadece vizeyi inceleyip giriş izni veriyordu görevli memur.
Petrol zengini bir ülkenin altyapısının, çevre düzenlemesinin ve halkın refah seyisenin yüksek olması beklenir. Bir ölçüde bu düzen mevcut Suudi Arabistan’da ama olması gerekenin çok gerisinde. Riyad havaalanı’nın geşil kımsı bir kasaba terminali gibi. Evet, lüks arabalar, oteller, geniş caddeler var ama zihniyet olarak buzdolabında donmuş gibi. Aslında halk özgürlüğe, bilgiye, başarıya aç ama genel bir bastırılmışlık var. Bir yandan kanunlar koyulmuş öte yandan onu delmek için de binbir düzenbazlık almış yürümüş. Alkol kesinlikle yasak olsa da ülkeye kaçak yollardan sokulduğuna bizzat ben şahit oldum. Sıkıcı bir ortam olduğu aşikâr, bunu da anlamak mümkün zira İslamiyetin en kutsal mekanlarına ev sahipliği yaptığı için din odaklı bir düşünüşü, hayat tarzını benimsemiş olmaları doğal. Yakın zamana kadar sinema, tiyatro, konser gibi aktiviteler yasaktı, hele kadınlar asla böyle bir şeye tenezzül bile edemezlerdi. Yeni veliaht Prens Muhammed bin Selman’la birlikte ülkede bazı ilkler yaşandı ve bu devam da edecek. Bu değişimin köklü reformun başlangıcı mı yoksa batıya şirin görünmek için bir göz boyama faaliyeti mi olduğu tartışma konusu halen ancak Basra Körfezi’ndeki siyasi gelişmeler, özellikle Katar meselesindeki kamplaşma ve İran’ı çevreleme stratejisi, Suudi Arabistan’ı bazı açlımlara mecbur bırakmış görünüyor.
Riyad’da kaldığım Novotel üç yıldızlı bir iş oteliydi, Accor Grubu bünyesindeki İbis ya da Mercure otelleri gibi. Oda + kahvaltı rezervasyon yaptırmıştım, gecelik fiyatı sanırım 250-270 dolar civarında idi. Kahvaltı lezzetli ve boldu; Ortadoğu mezeleriyle süslü bir sofraya oturmak neredeyse bunu bir brunch haline getiriyordu. Spor salonunu da ara sıra kullandım; televizyonda mevcut olan tek Türk kanalı NTV’yi de vakit buldukça seyretttim. Cumartesi vardığım zamanlarda o gün tatil olduğu ve dışarıda da pek yapacak bir şey olmadığı için odada televizyona bakardım. İş günleri sabah kahvaltımı ettikten sonra yakında olan ofise, Kingdom Tower binasına gidip çalışırdım. Müşteri ziyarteleri de bolca olurdu; bir keresinde, Çarşamba günüydü, Ejada isimli bir iş ortağı fimaya gittiğimde öğleden sonra ortaya masa kuruldu ve kahyvaltıvari bir yemek yenildi. Beni de davet ettiler tabi. Yiyecek olarak Arabistan’ın klasik mezeleri humus, foul, turşu ve yanında pita dedikleri tandır ekmeği vardı. Tabi bütün çalışanlar erkekti, kadınların aynı mekânda çalışamalarını bırakın bulunmaları bile yasaktı. Yalnız Kingdom Tower’da, ki bu 2012-2013 yıllarına tekabül ediyor, büyük Amerikan firmalarının Riyad ofislerinin olduğu bu gökdelende kadınlar nispeten daha rahattı. Başları açık olarak tek başlarına dolaşabiliyorlardı; yine de restoranlarda ayrı kasalarda ödeme yapıp tente ya da paravanla ayrılmış ayrı bölümlerde yemek zorundaydılar. Bu durum 2017 yılı itibariyle değişmeye başladı; artık kadınlar araba kullanıp erkeklerle aynı mekânda oturabiliyor, yemek yiyip sohbet edebiliyorlardı. Özellikle turist yabancı kadınlar için eskisine göre daha rahat bir hayat olduğu aşikâr.
2019 yılındaki son gidişimde Suudi Arabistan’daki değişimi daha net bir biçimde gözlemledim. Havaaalında, otelde, alışveriş merkezlerimde, sokaklarda kadınlar rahatlıkla dolaşabiliyor, hatta başları açık gezebiliyorlardı. Yalnız ezan vakti, namaz bitene kadar dükkanların halen kapalı kalma mecburiyeti mevcut. Ramazan ayına denk gelen seyahatimde yine Novotel’de kalmayı tercih ettim, merkezi olması sebebiyle. Check-in yaptığımda otel görevlisine sordum “kahvaltı ne zamandır” diye, o da soruyla karşılık verdi “Müslüman mısınız” şeklinde. “Evet” dedim. “O zaman gece 12-3 arası sahur var kahaltı yerine” dedi. Israrla sormama rağmen sabah ya da günün başka bir saatinde kahvaltı olmadığını belirtti, halbuki yabancıların sık sık uğradığı bu gibi otellerde böyle bir durumun olmaması beklenirdi. Neyse dedim, “peki”, sahura giderim o zaman. Spor salonundan çıkışta duş alıp restoran katına indim. Açık büfe menü zengindi, herşeyden biraz biraz tattım. Hatta yediklerimin etkisiyle biraz da şiştim, rahatsız oldum. Çıkıp biraz yürüdüm, oyalandım ve saat 2 gibi gelip yattım.
Sahur yapmış olduğum için ertesi gün oruç tuttum. Gün içinde iş toplantılarına gittim, havanın sıcak olmasının da etkisiyle saat 2-3 gibi zorlandığımı hissettim ama iftar saati olan 6 buçuğa kadar dayandım. Otele dönünce üstümü değiştirip internette biraz arama yaptım Riyad’daki iftar organizasyonları hakkında. 2-3km. kadar yakında Al-Faisaliyah Otel’in içinde bir balo salonu olan Fawaseen’de açık-büfe iftar menüsü olduğunu gördüm, hakkındaki yorumlar da harikuladeydi. Otele telefon açıp rezervasyon yaptırdım. Vakit yaklaşında çıkıp önce yürüyerek gitmeyi denedim ama yol beklediğimden uzun ve yorucu olduğu için, oruç da olduğum için yarısında taksiye atlayıp gittim. Gittiğime de hakkaten değdiğini gördüm varınca. Büyük bir salonu nefis dekore etmişler, menüde envai çeşit opsiyon, hazır bekliyordu. İftar vakti olunca önce hurma yiyip su içtim, yavaş yavaş diğer yemeklerden de tadarak orda yaklaşık bir 2 saat kadar kaldım. Otelde erkeklerle iç içe, yan yana, başı açık hanımlar da vardı. Aileler ve bakar erkekler haremlik-selamlık şeklinde ayrı masalarda otursa da herkes gayet rahat hareket ediyordu, hatta bir bayan görevli gecenin sonunda teşekkür konuşması yaptı. İftar için ücret olarak 273 Riyal ödedim, kalkıp otelden çıkışta bir taksiye atladım ve Novotel’e geri döndüm. Hem hareket etmek hem de yediklerimi hafifletmek için spor salonuna indim, ardından da gece 12 gibi yattım.
Riyad’daki ofis moderndi. Kadınlar için ayrılmış ayrı bir bölüm vardı ama isterlerse erkeklerle de yanyana oturabiliyorlardı, hepsinin başı kapalıydı tabi. Yan tarafta ünlü Amerikan danışmanlık firması McKinsey’nin de ofisi bulunmaktaydı. Öğlen yemeği için ya aşağı restoran katına iner sandviç, hamburger, hot-dog, pizza gibi “fast-food” tarzı ürünler yerdik ya da dışarda müşteri ziyeretindeysek oraya yakın bir restoranda atıştırmalık şeyler alırdık. Yiyecekler Dubai’deki gibi Ortadoğu tarzıydı, lezzetli şeyler vardı. Kingdom Tower’ın en üst katında seyir locası dedikleri üstü kemerli, kapalı bir alan var. Oraya çıkıp şehrin panoramik resmini çekmiştim. Kum rengi, yatay ve alabildiğine geniş bir şehir… Suudi Arabistan’da yaşayan yabancılar “compound” dedikleri gettolarda yaşıyorlar. Burada ülkelerinde alıştıkları hayat tarzını devam ettirebiliyorlar, üstsüz bile güneşlenebiliyorlar. Yüzme havuzu, alkol, eğlence aktiviteleri serbest. Özellikle batı’daki Cidde tarafında daha da yaygın bu tarz yerler.
Cidde
Hicaz bölgesinin zengin sahil kenti Cidde, Suudi Arabistan’ın belki de en modern, yaşanabilir kenti. Mekke’ye ikinci gidişimde akşam da kalıp gezme fırsatı bulduğum Cidde, ülkenin değişen çehresinin, açılım politikasının bir özeti gibi. İş için gittiğim Riyad’dan akşam otelden bavulumu alıp havaalanına geldiğimde bir Ramazan akşamı idi. Lounge’a giriş bileti de almıştım. Riyad iç hatlar terminali modern bir yer idi. Havaalanında oruç tutan, tutmayan herkese iftar paketi dağıtıyorlardı ücretsiz olarak. Ben de bir tane alıp lounge’a girdim. Uçak saatini beklerken biraz emaillerime baktım, yemeğimi yedim. Saat 19:30’daki tarifeli uçak 45 dakikalık bir gecikmeyle havalandı. FlyNas Havayolları’na ait uçak kalkıştan kısa bir süre sonra bir türbülansa yakalandı, uçak hop inip hop kalkıyordu. Yaklaşık bir on dakika kadar sürdü bu, o arada yanımda oturan Ciddeli bir Arap işadamıyla biraz sohbet ettim. Türkiye’yi, siyaseti sordu, “eskiden iyi gidiyordunuz, hekes size gıptayla bakardı ama sonra bozuldu” dedi. Hak vermeden edemedim. Cidde-Mekke arasındaki gidiş-gelişi ve Kabe’yi ziyaret etmek için uygun zamanları öğrendim.
Cidde Havaalanına inişte uzun bir süre bavulumu bekledim, yarım saat – kırk dakika kadar sonra geldi. Giriş bizim İstanbul eski iç hatlar terminalini andırıyordu. Bavulumu alıp dışarı çıktım, birkaç yere taksi ücretini sordum, 150 Riyal gibi fahiş bir fiyat söyledi Arap şoförler. Neyse ki sıranın arka tarafında başka bir taksi buldum 90 Riyal’e götürebilecek, atladım. Havalaanından kalacağım Sheraton Cidde oteline yol yaklaşık 20-25 dakika sürdü. İlk izlenimim modern, rahat bir şehir olduğuydu. Otele check-in yaptıktan sonra eşyalarımı yerleştirdim, duş alıp üstümü değiştirdim. Biraz odada oyalanıp aşağı sahura indim sabah saat 1:30’a doğru. Sahil tarafındaki restoranda açık büfe sahur servis ediliyordu. Güzelce yedim, ücreti 160 Riyal’di. Otelin arka taraftaki kapısından çıkıp sahildeki yürüyüş yoluna vardım. Burası hakikaten güzel düşünülmüş, temiz, ferah deniz kenarı bir yer idi. Bir saat kadar yürüyüp döndüm, sabah Mekke’ye gitmek üzere odama çıkıp yattım.
Ertesi gün Cuma olduğu için Mekke’ye gidip Kâbe’de namaz kılmak üzere erken yolmak çıkmaktı niyetim, ancak gerek uyandığım saat gerekse bilgisayarda yaptığım birkaç işten dolayı ancak 11 gibi otel lobisinde hazır olabildim. Concierge’den bir taksi rica ettim, geldi, fakat şoför Sri Lankalı ve dolayısıyla Müslüman olmadığı için Mekke’ye giremeyeceğini, beni ancak anlaştığı Suudi bir şoförle oraya gönderebileceğini söyledi. Önce fiyat pazarlığı yaptık, gidiş-dönüş 600 Riyal istedi, bu arada da öbür şoförle telefonda konuşuyordu. 20 dakika süre istedi öbür şoförün gelmesi için. Neyse dedim saat de geç olmaya başaldığı için artık başka taksi çağırmaya da zaman yok, Concierge’deki görevlinin de tavsiyesiyle bu taksiye atladım. Mekke yolu üzerinde Suudi şoförün beklediği yere kadar beni götürmeyi kabul etti, böylece boşuna git-gelle vakit kaybetmekten kurtuldum.
Gündüz gözüyle Mekke yolunu bu seferde geçtim. Etraf kurak ve tepelikti, çöl iklimi her halinden belli oluyordu. Yollar gayet iyi yapılmış, 3-4 şerit gidiş-geliş şeklinde endişeye mahal vermeden rahatça seyahat edilebiliyordu. Mekke yolu nisbeten tenha idi. Bir noktadan sonra Müslüman olmayanların girmesi yasak şehre, aksi davrananlara yakalandıkları takdirde 5000 Riyal ceza kesiyorlar. “Haram Bölgesi” olarak adlandırılan Mekke’nin 10km. dışındaki çemberin girişinde bir polis kontrol noktası var, gerekli gördükleri araçları durdurup arama yapabiliyorlar. O noktadan durmadan geçtik biz. Yolda şoförle biraz konuştuk, aslen Ciddeli bir Suudi imiş. Mekke’ye girince Kâbe’ye kadar arabayla gidemeyeceğimizi, çünkü biryerden sonra Mescid’-i Haram bölgesinin araba trafiğine kapalı olduğunu söyledi. Cuma namazı 12:15’te başlayacaktı ve saat 12 olduğunda biz daha yoldaydık… Birkaç park yeri dolaştık, nihayet biryer bulup parkettik. Şoför de benimle birlikte Kâbe’ye gelip namaz kılacak, sonra yine beraber yukarı çıkıp Cidde’ye dönecektik. Bütün bunları neyseki zamanında bitirebildik, öğleden sonra saat 3 gibi de Mekke’den ayrılıp Cidde’ye döndük. Şoföre anlaştığımız gibi 600 Riyal ödedim, birazını da yardımlarından ötürü bahşiş vermiş oldum. Hem oruç olduğum hem de sıcak havada yorulduğum için hemen otelde odaya çıktım. Susuzluk bu sefer o kadar zorladı ki beni, vakit nasıl geçti ben bile şaştım. Yattım, saat 6’ya kadar uyumuşum…
Kalkınca iftar için hazırlanıp aşağı indim. Otelin sahile bakan tarafında, sahur yaptığım aynı restorana gittim. Özel olarak hazırlanmış masalara aileler, genci-yaşlısı herkes gelmiş yavaş yavaş oturmaya başlamıştı. Arap ülkelerinde gördüğüm üzere iftar olmadan 15-20 dakika önce dahi insanlar büfeye akın edip tabaklarını önceden sıcak-soğuk envai çeşit yiyecekle dolduruyorlar, masalarına oturup beklemeye başlıyorlar, yemeğin soğuması pahasına… Ben almadan beklemeyi tercih ettim. 6:50’de iftar olunca su ve hurmayla orucumu açtım, büfeye gidip önce soğuk mezelerden sonra sıcak yemeklerden aldım. En son da tatlılardan denedim. Tabi aç karna o kadar şey yiyince insanda bir şişkinlik oluyor haliyle, onun için fazla sallanmadan odaya çıkıp üstümü değiştirim tekrar. Spor kıyafetlerimi giyip önce aşağıdaki gym’de biraz idman yaptım sonra sahil yoluna çıkıp 4-5km. yürüyüş ve koşuyla üstümdeki ağırlığı attım. İftardan sonra kimi caddeye çıkmış tur atıyordu; kimi de ayrılan yerlerde ya da bulduğu bir köşede piknik yapıyordu. Temiz, ferah deniz havası almak iyi geldi hakikaten hele de Riyad’dan sonra.
Otele dönüp duş aldım, giyinip tekrar çıktım ve Cidde’nin eski şehir merkezine gitmek için otel lobisinden bir taksi istedim. Riyad’da Ritz Cartlon otelinde beraber kahvaltı ettiğim Amerikalı arkadaşım Melanie, Cidde eski şehir merkezine mutlaka gitmemsi ve sokak dokusunu görmemi tavsiye etmişti; ben de tavsiyesine uydum, sahil yolundan giderek merkeze ulaştım. Geçerken sağ tarafımda kalan sahil kesiminde hârikulade lüks yapılar, kafe-restoranlar, alışveriş merkezleri gördüm. Hakikaten temiz, düzenli ve yaşanabilir bir şehir olmuş Cidde.
Eski şehir merkezi’nde Cidde’ye has büyük konaklar, Osmanlı tarzı yapılar gözüme çarptı. Kale içinde kalan kısmın tarihi dokusu harikulade. Gündüz sıcak olduğu için hayat burada gece daha canlı, sokaklar yerli ve turist yüzlerce kişiyle dopdolu. Pazar tezgâhları, seyyar satıcılar, başı açık gezen kadınlar rahat bir ortam havası veriyor Cidde’ye, renk katıyor. Eski şehirde iki saat kadar yaptığım turun ardından bir taksiye atlayıp otelime geri döndüm, hata yolda taksiciyle Arapça sohbet ettim. Yemenli olduğunu, Türkiye’ye seyahat ettiğini ve çok beğendiğini söyledi.
Ertesi gün sabah odaya kahvaltı söyledim, zira Ramazan sebebiyle büfede kahvaltı servisi yapılmıyordu. Continental kahvaltımı yaptım, eşyalarımı toplayıp aşağı indim. Check-out yapıp havaalanına gidiş için taksi rica ettim ama ücret yüksek geldiği için tavsiyeleri üzerine Über’den araba çağırdım. 5 dakika içinde geldi. Yollar açık, ortam sakindi. Yalnız, gelmeden önce Dubai’den bir arkadaşımın verdiği tavsiyeyi unutmuşum: Cidde’de iki havaalanı var, birisi uluslararası uçuşlar için, diğeriyse Suudi Hayavolları Saudia tarafından da kullanılan ve iç hatlara hizmet veren terminal. İkisinin arasında arabayla 20 dakika var en az, yol durumuna göre. Allahtan otelden vakitlice çıkmıştım, Riyad’a gidilen iç hatlar yerine Über’e dış hatların adresini girmişim… Şoför de şaşırdı, döndü dolaştı, biraz bozuldu. Nihayet, FlyNas havayollarının da kullandığı iç hatlar terminaline vardık. Normalde 25-30 Riyal tutacak yol için 85 Riyal ödedim maalesef, uçağı kaçırmadığıma şükrederek.
Mekke
Riyad’a seyahatlerimin ertesinde ya da öncesinde iki defa Mekke’ye ve bir defa Medine’ye gittim. Her ikisini de haftasonunda, Perşembe akşamı varacak şekilde planladım. Eskiden Suudi Arabistan’da haftasonu Çarşamba akşamı başlar, Perşembe-Cuma şeklinde yapılır, Cumartesi-Pazarsa çalışma günlerinden sayılırdı. Cuma İslam’da kutsal gün olduğu için bir gün öncesiyle birleştirilip tatil verilirdi. Uluslararası sistemle uyumlu olmasa da Dubai’de yaşayanlar için Cuma-Cumartesi hafta sonu tatili olduğundan idare edilebilir birşeydi. Sonra Suudi Arabistan da bu sistemi kabul etti ve Perşembe-Cuma yerine Cuma-Cumartesi’yi tatil kabul etti.
Mekke’ye gidiş için en yakın havaalanı olan Cidde’ye inmem gerekti. Dubai’den uçakla yaklaşık 2 saat sürdü. Kızıldeniz kıyısında olan Cidde şehri Suudi Arabistan’ın belki de en modern, açık şehri denilebilir. Zaten Hicaz bölgesi eski çağlardan beri kervan yollarının kesiştiği, ticaretin yoğun olduğu, dış dünyayla alışveriş yapan ve kültürel olarak her zaman liberal biryer olmuş. Eğer Nejd bölgesinden çıkan Suud hanedanı Hicaz’ı almayıp da tam tersine Hicaz bölgesi Doğu Arabistan’a hâkim olsaymış bugün farklı bir Arap coğrafyası, farklı bir Ortadoğu görebilirdik. Mekke’de Kâbe’nin hemen karşısında yer alan Hilton otelinden 2 gecelik yer ayırtmıştım, otelden havaalanı karşılaması için araba istemeye lüzum görmedim nasolsa taksi bulurum çıkışta diye. Öyle de oldu… Genelde eski Amerikan modeli arabaları kullanıyorlar taksi olarak. Yerel kıyafetli birkaç Arap vardı dışarda müşteri bekleyen, biriyle anlaşıp atladım arabaya.
Gece etrafta pek bir manzara görmek mümkün olmadı giderken, lakin tepelik, kayalık ve kuru bir ortamdan geçitiğimizi seçebiliyordum. Cidde – Mekke arası bir saat sürüyor. Kalacağım Hilton oteli için internetten rezervasyon yaptırmıştım gelmeden önce. Girişte otelin altındaki park katında bulunan ana kapıda indim. Vale bagajımı aldı ve resepsiyona kadar eşlik etti. Check-in yaptıktan sonra odama çıktım ve eşyalarımı yerleştirdim. Temiz, düzenli bir yerdi; herhangi bir aksilik olmadı kaldığım müddetçe. Fazla oyalanmadan aşağı indim, otelin içindeki yön tabelasını takip ederek Kâbe’ye çıkan kapıya doğru yöneldim. Sokak, çevre oldukça kalabalıktı. Aylardan Kasım idi ve bayram zamanı olmadığı halde etraf tıklım tıkıştı, “demek ki” dedim içimden “her daim buraya gelen, ziyaret eden insanlar varmış”. Dünyada 1,5 milyar Müslümanın yaşadığı göz önüne alınırsa aslında şaşırmamak lazım.
İkinci gidişimde beni Cidde’den götüren şoförle Kâbe’de namaz kılmak için arabayı park ettiğimiz yerden bir taksi-dolmuşa atladık, arabalara kapalı olan yola kadar çıktık. Ondan sonrasını yürüyerek gitmek zorunda kaldık, o kadar ki izdihamdan Kâbe’nin çevresine bile yaklaşmak mümkün olmadı. Kalabalık arasında yolda saf tutup 40 derece sıcakta ateş gibi asfaltın üstünde namaz kılabildik. Cuma’dan sonra cemaat dağılınca yavaş yavaş yürüyerek ancak Kâbe’ye varabildik.
Yolun karşısında Kâbe’nin etrafını saran Mescid-i Haram’ın ana giriş kapılarından birini buldum ve içeri girdim. O anki acelemden olsa gerek ayakkabılarımı çıkarmamışım; o bölümün de camiye dahil olduğunu fark etmemişim ki yanımdan geçen biri durup beni uyardı. Ben ayakkabılarımı çıkarıp orda bulduğum bir torbaya koydum, elimde içeriye girdim. Kâbe muazzam bir yapı, sade ama etkileyici. Etrafında 24 saat boyunca mutlaka tavaf eden birileri bulunuyor. Mekke’de kaldığım iki gün boyunca ilk olarak indiğim gece uğradım Kâbe’ye, ikinci defa da ertesi gün, yani Cuma günü, önce Cuma namazı için sonra da akşam tekrar ziyaret etmek için gittim. İslamiyet’ın ilk yıllarında ve hatta Cahiliye devri Arabistan’ında olduğu gibi Mekke’de kadınlar ve erkekler sokakta beraber dolaşabiliyorlar, Kâbe’yi serbestçe tavaf edebiliyorlar.
Kâbe rivayete göre Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından yapılmış ilk olarak, hatta bugün dahi o zaman atılan temellerinin var olduğu düşünülüyor. Zamanla yıkılıp tekrar yapılan ve bugünkü halini alan yapı Cahilliye devrinde bile putların konulduğu kutsal bir mekanmış. Hz. Muhammed’in Mekke’yi fethini müteakip putlardan temizlenip “Allah’ın Evi” olarak bildiğimiz bugünkü ibadethaneye dönüştürülmüş. Yapının içinde herhangi bir obje yok, namaz kılınmıyor normalde. Yalnız her sene Suudi ailesi iç temizlik ve bakımını yaptırıyor. Üstündeki Kâbe örtüsü Osmanlı döneminde Bursa ipeklerinden dokunur ve her sene yenilenmek üzere büyük bir törenle Surre Alayı’na teslim edilirmiş İstanbul’dan. Kapısı daima kapalı ve önünde bir Suudi polisi nöbet tutuyor, etraftakilere yer yer yol gösterip ikazda bulunuyor.
Geleneğe uygun olarak Kâbe’yi yedi defa tavaf ettim. Herkes yapıya en yakın pozisyonda, iç çemberde tavaf etmek istediği için yaklaşmak pek kolay değil. Ben dış çemberlerden birinde yürüdüm. Yalnız bir-iki defa içeriye kadar yanaşıp Kâbe’nin dış örtüsüne ve duvarına elimi sürdüm. Ayrıca Kâbe’nin bir dış köşesinde Hacer-ül Esved adı verilen ve cennetten düştüğüne inanılan siyah renkli taş duruyor; belli olsun diye etrafı altın kaplama bir plaka ile çevrelenmiş. Ortasında zamanla sürtünmeden dolayı bir delik oluşmuş, oradan içeriye elini sokabilen taşın geride kalan kısmına dokunabiliyor. Arada bir girmeyi denedim ama nâmümkün zira o kadar büyük bir izdiham var ki, yanına birkaç metre mesafeden fazla yaklaşmak imkânsız gibi birşey.
Hz. Muhammed’e ilk vahyin indiği Hira Mağarası’na çıkan tepenin eteklerine kadar taksiyle gittim, inip yürüyerek biraz etrafta dolaştım ve fotoğraf çektim. Burası hacı adaylarının mutlaka uğradığı, hatta bazen gece de kaldığı bir nokta.
İkinci seyahatimde Ramazan olduğu için oruçlu idim. Kâbe’yi yedi defa tavaf etmek öğlen güneşi altında zor gelse de tamamladım. Çokça Türk ziyaretçi gördüm, hepsi yaşlılardan oluşan kafileler idi. Tavaf ederken dualar ederek, tekbir getirerek ilerleyen gruplar vardı. Kâbe’nin kapısının önünden geçerken eliyle selam verenler vardı, sanırım adet olarak yapıyorlardı bunu. Tavafı bitirdikten sonra fazla oyalanmadan şoförle sözleştiğimiz revağın altında buluştuk. Kâbe’ye en yakın konumda olan sarı revaklar Osmanlı zamanında Mimar Sinan tarafından yapılmış. Hala zerafetini muhafaza ediyor. Onların dışında Suudilerin yaptırdı ve yüksekliği Kâbe’yi kat be kat aşan holler var, kalabalık Hacı kafilelerinin ibadet etmesine olanak sağlamak için.
Çıkışta şoförümle yokuş yukarı yürüdük. Arabalar boş da olsa maalesef çoğu yolcu almadan geçip gidiyordu. Sıcak altında uzun bir yürüyüş ve bekleyişin ardından kalabalık içinde yukarıya yolcu alan bir taksi-dolmuşa rast geldik. Bizi park yerine kadar götürdü, 20 Riyal ücret ödedi şoför benim adıma. İndik, arabaya binip Cidde’ye dönmek üzere Mekke’den ayrıldık.
Medine
İslamiyet’in doğuşunda, Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulmak için Medine halkının daveti üzerine bu şehre “hicret” etmiş, yani göç etmiş. M.S. 622 yılına denk gelen bu olay Hicri takvimin de başlangıcı sayılıyor. Yanında arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le, ki birinci Râşidun halifesi olacaktır, Medine yakınlarındaki Kufe’de ilk Cuma namazını kıldıkları için de Cuma günü Müslümanlarca kutsal sayılan bir gün. Birçok İslam ülkesinde Cuma günü halen haftasonu tatiline dahil ediliyor, işyerleri ve devlet daireleri kapalı oluyor. Medine, Mekke şehrinin 400 km. kuzeyinde, Şam ticaret yolu üzerinde bulunan bir kent. “Medine” ya da “Madinah” kelimesi Arapça’da “şehir” anlamına geliyor. Endülüs Emevileriyle İspanyolca’ya da geçmiş bu sözcük: Bugün Salamanca ve Valladolid kentleri arasında Medina del Campo, yani kır-şehri, taşra-şehri anlamında bir yerleşke mevcut.
Medine’ye her iki gidişim de Haziran ayına rast geldi. Riyad’a yaptığım bir iş seyahati dönüşünde rotamı Medine’ye kırarak Perşembe-Cuma iki geceyi orada geçirdim; ikincisinde Dubai’den bir günlüğüne gidip-geldim. Kaldığım Hilton oteli, Mescid-i Nebevi’nin tam karşısında, yürüme mesafesi bir noktada idi. Rahatça gidip-gelinebiliyordu, gayet memnun kaldım. Cuma günü kahvaltıdan sonra Hz. Muhammed’in kabrinin de bulunduğu mescide giderek biraz dolaştım. İçeride, kabrin olduğu bölümde peygamberimizin yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in de mezarı bulunuyor. Tepesi yeşil kubbeli olan, işlemeli bu yapı Osmanlılar döneminde yapılmış. Mescid’in değişik isimleri olan (Ebubekir El-Sıddık, Kral Fahd vb.) birçok kapısı var, hakikaten devasa bir yapı. İçeride bir sütun ormanı ve göz alabildiğine kemerler var. Peygamberimizin kabrinin olduğu yer her daim ziyaretçi akınına uğruyor, herkes bir kere görüp kapısına-penceresine el sürebilmek için birbirini eziyor. Kâbe’dekine benzer bir manzara var.
Medine’de ve Mekke’de edindiğim izlenimler İslam toplumu hakkında fikirlerimin değişmesine sebep oldu. Buralar kutsal şehirler olduğu için insan ulvi olduğu kadar insani ve çevresel anlamda da üst düzey bir ortam bekliyor. Suudi Krallığı petrol zengini bir ülke olmasına rağmen ülkede fakir insan da çok. Bozuk yollar, pis sokaklar, derme-çatma yarım kalmış evler, sokaklarda oturan-kalkan, yatan, sürünen insanlar günlük hayatın birer gerçeği. Umre için gelenler genelde yaşlı, üstü başı eski ve düzensiz insanlar. İlk bakışta alt yapısı sağlam, zengin şehirler gibi görünen bu kentlerde bir başıboşluk, umursamazlık ve kaos hâkim. Aklın ve ilmin yerinde fakir-fukara, cahil, kara kalabalıkların duygusal yakarışları hâkim. İslam toplumunun çağdaş medeniyet seviyesinden geri kalmışlığı, bölünmüşlüğü ve çaresizliği burada çok net olarak görülüyor. İslam peygamberi Hz. Muhammed kendi dönemine göre devrim sayılabilecek yenilikler getirmiş, Arap toplumunu düşünmeye sevk etmiş ama bugünün İslam toplumu geçmişi taklit etmeken pek öteye geçemiyor, çünkü ictihad yok. Üretim yok. Medine’den dönüşümde Emirates uçağına binen Pakistanlıların laubali, sersefil, acınası halini görünce bunu bir kez daha çok net olarak anladım.
Buna rağmen Medine’nin Mekke’den daha rahat, ferah ve huzurlu bir şehir olduğunu söyleyebilirim. İslamiyet’in doğduğu 7. yy’da Medine birçok kavim ve inanca ev sahipliği yapmış, kucak açmış bir kent imiş. Üç Yahudi kabilesi bile varmış aralarında, hatta Hz. Muhammed’le Medine Mutabakatı’nı yapıp inançlarını yaşamada serbest kalmışlar. Bugün Medine bazı kesimleri ile modern, bazıları ile gelişmekte olan bir kent görünümnde. Şehir dışında İslam’ın ikinci büyük savaşı olan Uhud Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alan var. Kaldığım Hilton Oteli’nden taksi ayarlayıp şehir turuna gittiğimde orayı da ziyaret ettim. Hz. Muhammed’in ihtiyaten okçuları yerleştirdiği tepeyi, Hz. Hamza’nın şehid edilip gömüldüğü mezarı gördüm.
Uhud Savaşı kazanılmaya yakın tepedeki okçular maalesef söz dinlemeyip yerlerini terk edince Halid bin Velid komutasındaki Mekke atlıları fırsatı kaçırmayıp tepeyi dolanmışlar ve İslam ordusunu arkadan vurarak savaşın seyrini değiştirmişler. Bu olaydan bugün dahi alınacak bütün İslam toplumları için önemli bir ders var aslında: Düşmanını küçümseme, zafer sarhoşluğuna kapılıp tedbiri elden bırakma, komuta kademesinde zaafiyete yol açacak davranışlardan kaçın. Burda bir not olarak belirtmek lazım ki Halid bin Velid daha sonraki yıllarda, Mekke’nin fethinden önce, Müslüman olup İslam orduları komutanı olarak savaşacaktır…
Medine’de son olarak ziyaret ettiğim yer biz Türkler için önemli ve bir o kadar da hazin, tarihi bir nokta idi: Hicaz demiryolunun son durağı olan Medine Tren İstasyonu. Osmanlı padişahı II. Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu o zamanlar için devrim niteliğinde imiş. Zira Hac yollarının güvenliği olsun, geçtiği bölgelerin dışa açılıp kalkınması olsun, Osmanlı başkentiyle taşra bölgelerinin iletişimi olsun, önemli bir vasıta olmuş. Bu demiryolunu yapan Almanların esas amacının tabi Berlinle Bağdat’ı birbirine bağlayıp, bir nevi bugün Çin’in yapmaya çalıştığı Kuşak-Yol projesiyle “Drang nach Osten” yani Doğu’ya Açılma politikası kapsamında İngilizlerin önünü kesmek ve Osmanlıyı sömürgeleştirmek olduğu söylenebilir. Şu veya bu şekilde, herneyse, bu demiryolunun hem Osmanlı devleti hem de o günün Arap-Ortadoğu halkları için dönüşümsel öneme haiz olduğunu söyleyebiliriz.
Medine’nin yaşlaşık 140km batısında Bedr isimli bir belde vardır. Burada İslamiyet’in ilk savaşı yapılmış ve Mekkeli müşriklere karşı zafer kazanılmıştır. Vaktim olsaydı oraya da gidip savaşın geçtiği meydanı görmek isterdim ancak vait darlığı sebebiyle mümkün olmadı. Bedr’e gitmek için bir diğer alternatif yol deniz kıyısındaki Yanbu şehrine uçakla gidip oradan arabayla ulaşım olabilir. Bedr’e gidemesem de Medine şehir turu kapsamında ilk Cuma namazının kılındığı Kuba Mescidi’ni ve meşhur Hendek Savaşı’nın yapıldığı yeri gördüm. Şehrin etafına savunma amaçlı olarak kazılan hendeklerin eskiden olduğu yerden bugün cadde geçiyor, fakat şehre giriş-çıkışın olduğu bir kapıda şimdi dolu olan hendeğin bulunduğu mevkiyi görmek, gözde canlandırmak mümkün.
Bu duygu ve anılarla Medine’deki turumu tamamlayıp Dubai’ye döndüğümde İslamiyet’in ikinci kutsal şehrini görüp, gezmiş olmanın verdiği bir rahatlık vardı içimde. Dinler tarihine meraklı bir insan olarak böylece sırasıyla üç kutsal şehri de – Kudüs, Mekke ve Medine – görmüş, merak ettiğim birçok soruya yanıt bulmuş, aklımda canlandırdığım bazı olguların, olayların ve varlıkların da doğruluğunu/yanlışlığını test etmiş olarak, daha aydınlık bir bilinçle eve dönmüştüm…