Lübnan: Bekaa Vadisi ve Shouf

İlkbahar

Lübnan’a üçüncü seyahatimde ülkenin doğu sınırına yakın olan Bekaa Vadisi ve Shouf (Şuuf) bölgesini gezme fırsatı buldum. Beyrut’ta Türk grubumuzla beraber kaldığımız Hilton Metropolitan otel’den ilk gün kahvaltıdan sonra sabah 10’da çıkıp ülkenin kuzey doğusunda bulunan Baalbek anti kenti harabelerini görmek üzere yola koyulduk. Aslında grubumuzun büyük bir kısmı tur şirketinin ayarladığı fiyatı kişi başı 100 EUR olan otobüslü, öğlen yemeği dahil olan opsiyonu seçmişti. Ben daha önceden Lübnan’a gittiğim için taksi ya da araba kiralayıp dolaşmanın çok daha makul fiyatta olduğunu öğrenmiştim. Cebel Lübnan’da düğününe gittiğim arkadaşım Samir’den bildiği, güvenilir bir taksi firmasının numarasını aldım gitmeden tur programımızı önceden ayarladım. Üç kişi için günlüğü ortalama 125 dolardan anlaştık, toplam fiyatta. Toyota marka bir arabayla sabah bizi otelden almaya geldi şoför. Yaşlıcana ama düzgün ve İngilizcesi fena olmayan birisiydi; bizi iki gün boyunca iyi gezdirdi.

Beyrut’tan çıkıştan sonra yoldaki ilk durağımız bir şarap imalathanesi olan Chateau Ksara oldu. Burası yüzyıllarca Cizvit papazları tarafından kullanılan bir manastır imiş zamanında. Mahzenlerinde fıçılar içinde uzun süre beklemeye bırakılırmış şaraplar. Fransızların gelişiyle burası ün kazanmış ve bugünkü modern halini alışının ilk tohumları atılmış. Bereketli bir bölge olan Bekaa’nın çeşitli yerlerinde arazileri olan Ksara Manastırı bugün yurt dışına, özellikle de Fransa’ya, şarap ihraç eden önemli bir marka Lübnan’da. Tesisi rehber eşliğinde ücretsiz olarak gezmek mümkün. Temiz, bakımlı, iyi idare edildiği belli olan bir tesis. Önce tarihçesini anlatan kısa bir video gösterimi yapılıyor ardından mahzenlere inilip şarap yapımı ve depolanması hakkında bilgi alınıyor. Hakikaten ilginç şeyler öğreniyoruz, örneğin 1918’den kalan şarapların olduğunu, Fransa’nın Bordeaux bölgesinden gelen özel meşe fıçılarda saklanış biçimini, ideal hava koşullarını, burada Lübnan raksı olan “Arak” da üretildiğini dinliyoruz.

Mahzendeki geziden sonra üst kata, restoran kısmına çıktık. Barın üzerinde dizilmiş üçer bardak vardı her birimiz için. Rehberlik hizmetine dahil olan şarap tadım aktivitesine sıra gelmişti. Denediğimiz her şarabın kısa tarihini, özünü ve yapım şeklini anlattı önce bize rehber. Sonra bardaklara azar azar koydu. Önce kokusunu aldık, ardından tadına baktık. En hoşumuza giden roze şarap oldu, hafif ve çok tatlı değildi. Kırmızı olanıysa üç sene meşe fıçıda bekletilmiş olduğundan tadarken sanki tahta içiyormuşuz gibi geldi, çok sertti tadı. Her denemden sonra biraz su içip ağzımızın tadının değişmesini sağlıyorduk. Barda yanımızda oturan bir de İngiliz grup vardı.

Şarap tadımının ardından aşağı inip rehberimizle vedalaştık, aracımıza binip Baalbek’e, Bekaa Vadisi’nin içlerine doğru yola devam ettik. Burası Lübnan’ın Şii partisi Hizbullah’ın en güçlü olduğu bölgelerden birisi; keza mülteci kamplarının olduğu, öteden beri çeşitli terör örgütlerinin yuvalandığı bir bölge. Çevre yeşillik, yer yer tepelik ve dağlıktı. Lübnan zaten dar bir sahil şeridi hariç oldukça dağlık bir ülke. Sürücüler virajlı yollara rağmen deli sürüyorlar arabalarını; mesela bir bayan sürücü bir elinde cep telefonuyla konuşurken diğer eliyle virajlı yolsa sollama yapmaya çalışıyor, arabayı yalpalayarak kullanıyor – nerdeyse bize çarpacak. Diğer bir sürücü yokuş yukarı virajlı yolda köşeyi dönerken sollama yapıyor. Bu tip olayları görünce insan daha iyi anlıyor Lübnan’daki “başıboşluk” halini. Bir laubalilik, düzensizlik ve hayatı ciddiye almama hali var, iyi veya kötü yönleriyle.

IMG_3880

Google Maps bazen hakikaten hayat kurtaran bir uygulama. Şoför genel olarak istikameti biliyordu ama Baalbek Harabelerine nasıl gidileceğini kestiremedi en başta. Kasabaya gelince etrafa sordu etti, ara sokaklara girdi çıktı… Hele bir kavşağa geldik ki oradaki ortam kelimelerle anlatılmaz, tam evlere şenlik… Eski püskü, döküntü arabalar, kalabalık insan yığınları arasında bir ileri bir geri manevra yaparak yol bulmaya çalışıyor. Birbirlerine çarpacaklar neredeyse bizim araçla öndeki külüstür Mercedes. Türkiye’de olsa iki dakkada kavgaya dönüşecek bir ortamda inşalar gayet sakin, bağırıp çağırma yok, gık yok. Neyse ki yine bir-iki kişiye yolda sorarak yeri bulup girişinde indik; şoförümüzde yakında bir yere gidip park etti.

Arabadan inip Baalbek Harabelerinin giriş kapısında yöneldik, gişelerden üç bilet aldık içeri girdik. Hava Beyrut’a göre o kadar soğuktu ki üzerimde bir tişört ve ince bir kazakla çıktığım için üşüdüm. Yağmur da çiselemeye başladı, yine de geldiğimiz yer hakikaten çok güzel bir mekân olduğu için girip her köşesini dolaştık. Tesadüfen Beyrut’taki otelden organize turla çıkan grupla aynı vakitte orada karşılaştık; hatta rehberlerinin Türkçe izahatlarını dinledik, onlarla yürüdük. Grubun genç rehberlerinden olan kız gerçi pek memnun olmadı bu duruma, o turdan satın almadığımız için. Bir yerde tabi gelen geçen bize soruyordu “siz nasıl geldiniz?” diye, biz de söylüyorduk böyle taksi kiraladık diye, tur şirketi için iyi olmuyordu tabi. Onlar ilk önce Anjaar isimli bir başka antik kente gidip ordan buraya gelmişler ve henüz öğlen yememiş idiler, gerçi biz de yememiştik. Ordan çıkıp sabah gittiğimiz Chateau Ksara’ya saat 4 gibi uğrayıp yemek yiyeceklerdi. Biz gezimizi yaptık, fotoğraf çektik bol bol.

IMG_3894

IMG_3891

Baalbek, Romalılar tarafından inşa edilmiş bir şehir. Medeniyetler beşiği olan Mezopotamya’nın bu bölgesinden antik çağlardan beri birçok uygarlık gelip geçmiş, Akdeniz çevresine yayılıp hüküm sürmüş. Örneğin, Mitraizm dinine mensup Roma lejyonları boğa kurban ederlermiş tanrıya adamak üzere. Bu ritüeli, o zaman Helen etkisi nedeniyle boğanın kutsal havyan sayıldığı Yunanistan ve İtalya’da değil İspanya’ya taşımışlar ve bugün boğa güreşleri olarak bildiğimiz oyun o şekilde ortaya çıkmış. Osmanlılar zamanında Şii olan bu bölgenin halkı aynı şekilde devam ediyor. Baalbek harabelerini gezerken bir ara yüksek bir kapının girişinde Osmanlı tuğralı eski yazılı bir taş levha gözüme çarpıyor. Yanındaysa Almanca yazılı bir levha. Tarihi 1898 gibi okuyorum, mesafe biraz uzak olduğu ve eski rakamlarla yazıldığı için, yanındaki Almanca levhaya bakarak teyit ediyorum. Tahminim üzere Sultan II. Abdülhamid tarafından bu bölgede kazı yapılması için Alman bir arkeolog grubuna verilen iznin anısına asılmış, ki daha sonra bunu internetten araştırıp teyit ettim.

IMG_3897

Baalbek’ten çıkışta taksimizi biraz bekledik, şoför bir yere kadar gitmişti. O arada yağmur da hala çiseliyordu. Saat 2’yi geçmişti. Yol üzerinde Lübnan askeri kontrol noktasının hemen ilerisinde solda Chamsine isimli ünlü pastane zincirinin şubesini daha gelirken hemen tanımıştım. Arabayı onun önüne park ettik, yukarı çıkıp aç olduğumuz için hemen birşeyler söyledik. Garsonlar tabi İngilizce bilmedikleri için yarı-Arapça anlaşmaya çalıştık menüye bakarak. Az biraz İngilizce bilen birini getirdiler neyse, onunla konuşarak ortaya karışık pide ve nar suyu söyledik. Siparişler geldiğinde onu da yanlış anladıkları ortaya çıktı… Dört adet karışık pide ve nar yerine greyfurt suyu getirdiler. Neyse dedik artık, açız… Sohbet ve yemekten sonra çay söyledik, birçok yerde olduğu gibi burda da Lipton poşet çaydan geldi ama tadı daha iyiydi bu sefer. Yemek bitince aşağıya, pastane kısmına indim. İnanılmaz güzel tatlılar vardı, beğendiklerimden şöyle ortaya karışık bir tabak yaptırıp yukarı çıktım. Hatta fazla geldi, yiyemediklerimizi bir kutu yaptırıp içine koydum Dubai’ye götürmek için.

Giderken aşağıdaki pastane kısmına tekrar uğradık, güzel başka neler var diye bakmak için. Şahane kurabiyeler, grisiniler, tatlı-tuzlu ne ararsak vardı. Biraz tuzlu kurabiye, Dubai’ye kardeşim Mert’e götürmek için bir paket de Hindistan cevizli kurabiyelerden aldım. Dışarı çıktığımızda şoför bizi bekliyordu arabada. Saat dört olmak üzereydi, iki opsiyonumuz vardı: ya direkt Beyrut’a dönecektik ya da diğer grubun da uğradığı Anjaar’ı da görüp öyle dönecektik. Bunca yolu kat etmişken, vaktimiz de varken hazır orayı da görelim istedik. Yolumuzun üzeri değildi aslında orası, geri dönüp biraz daha güneybatıdaki Zahle bölgesine girmemiz gerekiyordu. “Hadi” dedik, yola çıktık. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik… Zahle ülkenin iç tarafında kalmasına rağmen gelişmiş, modern, nispeten temiz bir bölge. Sabah Baalbek’te gördüğümüz karmaşa, pislik ve başıboşluktan sonra Zahle bize daha rahat bir yer gibi geldi. Anjaar köyü, Beyrut-Şam karayolu üzerinde, neredeyse Suriye sınırına sıfır noktasında bir mevkide. Yaklaştığımız zaman girişteki kavşakta etrafı asılmış Ermenistan bayraklarını görünce burada Ermeni nüfusun yaşadığını anladım. Köyde in-cin top oynuyordu, etrafta ne kimsecikler vardı ne de bir araba. Bir tabelada “Anjaar Festivali’ne Gider” diye yazıyordu ama o bugüne mi aitti bilemedik, geçerek köyün üçlerine ilerledik. Yolu bulmak için bir yandan Google Maps’e bakıp şoföre tarif ediyor bira yandan da etrafa bakıyordum. Bir araba tamircisinin yanında durup içerde çalışan çocuğa yol sordu şoför. O birşeyler söyledi, sonra birine daha sordu o da bir yö tarif etti. Niyahet az önce yanındaki sapaktan geçtiğimiz anladığımız bir yola geldik, tam Anjaar antik kentinin giriş kapısının önüne çıktık.

Gün içindeki konuşmalarımızdan ören yerlerine girişin 16:30 gibi kapandığını duymuştuk, nitekim burada da öyle olmuş idi. Saat 5 olmak üzereyken vardığımızda giriş kapısı kapalı olduğu gibi etrafta hiç kimsecikler de yoktu. Yalnız yolun karşısındaki derme-çatma dükkânda oturan birkaç yaşlı vardı. Şoför arabayı kapıya yakın bir yere park etti. İlk önce kapıyı açıp ben indim demeye kalmadı ilerimizdeki sokaktan bir araba göründü, yanaşıp karşıki dükkânın önünde durdu ilk olarak. Ben giriş kapısına yönelip içeriye bir göz attım, kolumu yukarı kaldırıp kapının üstünden elimdeki telefonun kamerasıyla birkaç fotoğraf çektim, etrafa biraz bakıp arabaya doğru yöneldim. O arada yolun karşısındaki araba bizim tarafa gelip yanaştı, içinde 4 ya da 5 kişi vardı. İlk başta bizim gibi “turistler” sandım. Ben farkında olmadan şoförle bir şeyler konuşmuşlar, sonra içlerinden biri kalkıp giriş kapısının önüne gelip yukarı baktı, arka tarafı görmeye çalıştı, sanki bir şey arıyor gibiydi… Sonra bir şey demeden kalkıp gittiler. Bu olayın ne olduğunu ben o sırada anlayamadım. Sonra aramızda konuşurken onların sıradan “turist” olmadıklarına kanaat getirdik. Muhtemelen istihbarat ya da güvenlik birimine mensup devriye ya da görev grubu idi. Yine de olası ki daha biz köye yaklaşıp kavşaktan dönerken ya da içerde bir-iki kişiye yol sorarken bunlar bir şekilde haber almışlar “köyde yabancı bir grubun dolaştığını”, takibe gelmişlerdi. Bulunduğumuz mevkiinin yanında bir tepe vardı, onun arkası Suriye sınırı idi. Sıcak bir bölge olduğu için gelen yabancılara karşı elleri her an tetikte. Türk olduğumuzu anlamadılar Allahtan, yoksa sıkıntı olacaktı. Bize bir şey sormadılar, orda birkaç dakika durup ayrıldılar.

IMG_3896

Anjaar’la ilgili internetten biraz araştırma yapınca olayın arka planını çözmeye başladım. 1939’da Hatay Türkiye’ye katıldıktan sonra Lübnan’a göç eden Ermenilerin yaşadığı bir köy imiş, hatta bazı yer isimleri bugün dahi eski Türkçe isimleriyle anılırmış. 1970li-80li yıllarda Türkiye’yi hedef alan ASALA terör örgütünün en önemli üslerinden birisi Anjaar imiş. 1983’de ASALA terörü bitince hemen ardından, 1984’te PKK terörü baş göstermişti. Bekaa Vadisi’nin bir zamanlar PKK’nın ana üssü olduğunu düşünürsek, ikisi arasında bir bağ olma olasılığını göz ardı etmemek gerektiğini düşündüm.

Anjaar’dan çıkınca yolu Beyrut’a verdik, akşam 7 gibi otele vardık. Günlük gezi ücreti olarak taksiciye toplam 130 dolar ödedik. Bunu da üç kişi bölüştüğümüzü düşünürsek tura kıyasla çok daha makul bir fiyata çıkarmış olduk. Şoförle ertesi gün sabah 9’da otel girişinde tekrar buluşmak üzere anlaştık. Akşam yemeğinden sonra yatıp ertesi gün Shouf ve güney sahillerine gitmek üzere kahvaltıdan sonra hazır olduk.

Güzergahımız güneyden sahil yolunu takip ederek içeriye, dağlık araziye doğru girmek idi. Khalde’den sonra içeriye kıvrılan yola girdik, nefis dağ manzaraları eşliğinde ilk durağımız olan Deir Al Qamar’a (Ay Manastırı) vardık. Burası Maroni yani Hristiyan Arapların yaşadığı eski bir köy. 1000 yıllık bir kilise 600 yıllık bir cami var köy meydanında. Şirin, ferah bir dağ köyü. İnip biraz hava aldık, meydana yakın bir dükkâna girip hediyelik eşyalara baktık, sahibiyle biraz sohbet ettik. Köy meydanında asılı olan Arapça bir plakada 1990 yılındaki iç savaş sırasında burada yapılan bir bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmiş üç kişinin adı anılmış idi. Köyden çıkışta biraz ilerisindeki Beiteddine Sarayı’na gittik. Burası bizi en etkileyen yerlerden birisi oldu. Hakikaten harikulade bir konum, nefis ince bir üslupla nakış gibi işlenmiş duvar süslemeleri, zevkli iç dekorasyon bana Endülüs’te, Granada’da bir yıl önce ziyaret ettiğim El Hamra Sarayı’nı anımsattı.

IMG_3925

IMG_3958

Sarayın içinde Osmanlı döneminde yaşamış, burada hüküm sürmüş paşalardan, yerli eşraftan, saygın kişilerden oluşan bir tablo koleksiyonu gözüme ilişti. Eski usul mangal, sedir, sehpa ve masalar, ortadaki havuz ve hatta bir piyano Lübnan’ın dağ köylerinde bile zamanın ruhunun yaşatıldığını gösteren objeler idi. Geniş avluda, balkonlarda, sarayın duvarlarında güzel resimler çektik.

IMG_3955

Saraydan çıkışta yolumuzu günün geri kalan kısmını geçirmek üzere güneye, Sidon (Sayda) ve Tyre (Sur) şehirlerine verdik… Her ikisini de bir güne sığdırdık zira zamanımız kısıtlı olduğu için mümkün olan en çok şeyi görebilmek istedik, o da ancak böyle tüm günlük bir seyahatle olabiliyordu. Sidon ve Tyre’a ikinci gidişimde de bolca güzel yer gördük, nefis birer pizza yedik, hatta uzaktan, deniz kıyısından İsrail sınırını da görüp Beyrut’a, otelimize geri döndük.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close