Kış
Maskat
Umman, Arap Yarımadası’nın güneyinde Yemen, Suudi Arabistan ve BAE’ye komşu, deniz kıyısında güzel bir ülke. Başkent Maskat’a her iki gidişim de iş vesilesiyle oldu. İkinci gidişim günübirlik bir ziyaret içindi. Sabah erken kalkan uçakta pek uyuyamadığım için Maskat’ta günü yorgun olarak geçirmiştim. Ofis ve 1-2 devlet dairesi arasında gidip gelmiş, yolda taksi bulmakta zorlanmıştım. Dubai’den bir saatlik uçuşun ardından varılan havalimanı eski, kalabalık ve çıkışı düzensiz bir yerdi. İnildiğinde insanda kaotik bir Ortadoğu ülkesine geldiği izlenimi uyandırıyordu. T.C. vatandaşları kapıda vize alabiliyor olmasına ragmen dolu gelen uçaklardan çıkan yolcuların oluşturduğu kuyruk sürecin uzamanasına neden oluyordu, bir keresinde bir saate yakın beklediğimi hatırlıyorum. Çıkışta taksiye bindiğimde Salalah’taki gibi fiş kesme yapılmıyordu, hatta taksimetre ve fiş hiç kullanılmıyordu. Şöförle doğrudan pazarlık yapıp parayı inişte nakit olarak ödemek adetti. Ben de öyle yapıp ilk gidişimde kalacağım şehir merkezine yakın olan İbis Otel’e gittim. Toplantılarım ertesi gün olduğu için otel odasında oturmak ve hazırlanmak için vaktim vardı. Uçağım sabah erken kalktığı için biraz uyudum, biraz da emaillerime baktım. Kalktığımda akşam olmuştu, duş alıp dışarı çıktım. Şehrin merkezi sahil kesiminde, yürüyüş yolu ve büyük çarşının olduğu yerdeydi.
Maskat Çarşısı incik-boncuk tarzı hediyelik eşya, tütsü, macun satan dükkanların yanısıra büfe, restoran, kafe gibi yerleri de barındırıyordu. Arka sokaklara kadar uzanan çarşıdan çıkışta şehir dokusunu görebileceğim yerlerde biraz dolaştım, satıcılarla konuştum. Çarşı içinde ve çevresinde küf, tütsü, yemek karışımı keskin bir koku vardı. Hijyenik bir yer olmadığı anlaşılıyordu.
Biraz dolaşıp tekrar sahil tarafındaki caddeye çıktım, bir taksi çevirip ismini duyduğum Shangri La oteline götürmesini söyledim. 7 Riyal’e (63 TL) anlaştığımız ücreti inişte nakit olarak verdim. Otel şehir dışında bir koya yayılmıştı, harikulade bir yerdeydi. Sahil tarafına inip kumsalın yanı başındaki yürüyüş yolunda vakit geçirdim. Restoran tarafına gidip biraz oturdum. Burası gece kalınabilecek, güzel biryerdi. Tatil için gelmiş olsam burayı seçerdim. Çıkışta resepsiyondan taksi çağırttım otelim Ibis’e gitmek için. Yarım saate yakın süren yolun ardından otelime vardım ve ertesi gün erken kalkmak üzere yattım.
Sabah kalkıp hazırlandım, aşağıya inip otel lobisinin hemen yanındaki kafeteryada kahvaltı yaptım. Açık büfe continental kahvaltı sunuyorlardı. Sonra taksiyle iş gezisi için ziyarete geldiğim SSL firmasına gittim. Çalışanlarının büyük kısmı Hintli olan bu firma yazılım ürünleri satışı için Umman’da bayilik yapıyordu. Şirketin CEO’su Osama ve çalışanlar ile oturup sohbet ettik, toplantı ajandasını gözden geçirdik ve müşteri ziyareti için dışarı çıktık. Umman’da insanlar rahat ve sakin tavırlar sergiledikleri için gittiğimiz yerlerde hep iyi karşılandık, telaşsız ve misafirperver tavırlar gördük. Sipariş almamız gereken bir devlet dairesinde bir süre bekledik, gerekli işlemlerin ardından çıkıp tekrar ofise döndük. Akşam uçağım için beklerken emaillerimi gözden geçirdim. Dönüş uçağım Oman Air’la olduğu için havaalanında lounge’a girme olanağım yoktu, dolayısıyla check-in’den önceki Costa Coffee’de Wi-Fi şifresi alarak kalabalık arasında küçük bir masada oturarak işlerime devam ettim. Pasaport kontrolden sonra uçağa biniş salonunda beklerken uzun yıllardır Körfez ülkelerinde yaşayan bir İngiliz kadınla tanıştım. Dubai ve Maskat’ın geçmişinden, tecrübelerinden bahsetti. BAE’nin kurulduğu 1970’li yıllarda Dubai’ye gelen İngilizlerin nasıl ömür boyu oturma izni aldıklarını anlattı, ki hiç şaşırtıcı gelmedi, zira Emirates Havayolları’nın dahi şu anki CEO’su “Sir” lakaplı bir İngilizdi. Gece Dubai’ye indiğim zaman Umman’la ilgili olumlu izlenimler vardı aklımda. Bir sonraki seyahatimde gideceğim Salalah için iyi bir başlangıç olmuştu…
Kış
Salalah
Maskat ve Seeb’in ardından üçüncü büyük şehir olan Salalah ülkenin güneybatı sahilinde, Dhofar bölgesinin merkezinde, Yemen’e 120km uzaklıkla, Dubai’ye uçakla bir buçuk saat mesafede bulunan eski bir sahil kenti. Muson yağmurları ile Haziran-Ağustos aylarında yağmur ve sis karışımı bir yeşile bürünen, adeta Kuzey Avrupa’da dağlık bir bölgeyi andıran, Arap Yarımadası’na özgü çöl ikliminin dışında başka bir dünyadaymışsınız hissini uyandıran bu cennet köşeye seyahat etmek bir-iki senedir aklımdaydı ama bir türlü vakit ayırıp, biraz da üşendiğim için, gitme fırsatım olmamıştı.
BAE’deki milli gün dolayısıyla 1 Aralık resmi tatil ilan edildiği için, üç günlük uzun haftasonundan istifade ederek nispeten yakın sayılabilecek bu şehre gitmek üzere spontane bir kararla bir gün öncesinden otel ve uçak rezervasyonlarımı yaptırarak şehir ve çevresi hakkında bilgi toplamaya başladım. İki gece kalacağım Salalah’ta bir tam gün (Perşembe) ve yarım gün (Cuma) vaktim vardı. Kısıtlı zaman içinde ilk önce şehir turu yapmak istedim; bölgedeki günübirlik rehberli tur hizmeti veren firmaları arayıp e-mail atarak bilgi aldım. İçerik ve fiyat olarak Al Fawaz Tours isimli tur şirketi en cazip olanı olarak göründü. Yarım günlük Salalah turu için rezervasyon yaptırmak üzereyken web sitesinde tam günlük Salalah Doğu-Batı turu gözüme ilişti ve oraya kadar gitmişken içerilerdeki dağlık bölgeleri de kapsayan bu uzun tura katılmamın daha ilginç olacağını düşündüm. 70 Umman Riyali (625 TL) olan ücreti Perşembe sabah otel lobisine gelecek olan görevliye kredi kartıyla ödemek üzere rezervasyonumu yaptırdım.
Çarşamba günü 19:30’daki uçağıma yetişmek için çantamı hazırlayıp 17’ye doğru evden çıktım. Henüz akşam trafiği başlamadığı için taksi bulmak rahat oldu. Sheikh Zayed Road üzerinden 40 dakikalık bir yolculuğun ardından Dubai Terminal 1’e vardım. Oman Air’ın bankosunda check-in yaptırarak pasaporttan geçip Marhaba Lounge’a girdim. Uçağımın biniş saatine az bir zaman kaldığı için akşam yemeğini lounge’da atıştırdım, saat 19 gibi de uçağa binmek üzere kapıya gittim. İçeri girdikten bir beş dakika sonra siyah çarşaflı iki Umman’lı kadın geldi, birinin bebeği vardı kucağında. Ben koridor tarafındaydım, yanımdaki iki koltuğa geçmek istediklerini ve kalkmamı el işaretiyle söylediler, kalktım. Oturmadan önce bana ön koltuğa geçmek isteyip istemediğimi sordu birisi, yine el işaretiyle. Hayır dedim. Bebek ağlamaya başlamıştı, annesi ne yapsa fayda etmiyordu. Yanıma oturduklarından bir on dakika sonra, uçak kalkmadan önce kabin görevlisi geldi, kadınları koridorda üç kişilik başka bir sıraya nakletti, oradan oturan bir bey de benim sıramdaki pencere kenarına geçti.
Uçak on beş dakika rötarlı havalandı, bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından 21:15’te Salalah havaalanına indi. Vizeyi kapıdaki bankoda 5 Riyal (45 TL) karşılığında aldım. Pasaport kontrolde fazla beklemeden geçtim, sadece el çantam olduğu için direkt olarak taksi durağına yöneldim. Salalah Havaalanı yeni yapılmış, modern ve temiz bir yerdi. İyi organize olmuş. Taksiye binmek için önce duraktan fiş alınıyor, bir kopyası binişte şoföre verilmek üzere. Alandan, kalacağım Muscat International Hotel’e ücret 7 Riyal (62 TL) tuttu. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından otele vardım, resepsiyonda check-in yapıp odama çıktım. Pencereden tam karşıdaki Sultan Qaboos Camii gece ışıklandırmasıyla görülüyordu. Saat 22:30 olmuştu. Eşyalarımı yerleştirip televizyonu açtım. Herhangi bir Türk kanalı yoktu, Arap kanallarında da tartışma veya müzik programları vardı. Fazla geç olmadan ertesi gün erken kalkmak üzere yattım.
Sabah 7’de uyandığımda hava aydınlanmıştı. Giyinip aşağıya indim, kahvaltı açık büfe olarak hazırlanmıştı; hafif ama iyi bir kahvaltıydı. Bitirip yukarı çıktım, hazırlanıp tekrar aşağıya indim 8:30’da. Resepsiyonda tur şirketinden gelen görevli hazır bekliyordu. Kredi kartımla ücreti ödedim, görevli ayrıldıktan sonra da lobide tur rehberini beklemeye başladım. Saat 9’da Arabistan’a özgü ‘abaya’ giyinmiş, örtülü ve gözleri açık yeşil lensli bir kadın rehber yanıma gelerek “Serhat Bey, ben rehberinizim, hoşgeldiniz” dedi. Kalktım, “Hoşbulduk” dedim. İlk defa bir Arap ülkesinde oranın yerlisi kadın bir rehberle karşılaşıyordum.
Dışarıya çıktık, park yerinde rehberin arabasına bindik. Yanıma her ihtimale karşı su almıştım ama arabada bolca su olduğunu farkettim. “Rayyan” ismindeki rehberim iyi İngilizce konuşuyordu, ailesiyle Salalahlı olduklarını ve dört senedir profesyonel rehberlik yaptığını söyledi. Yola çıktık, Salalah’ın doğusundaki balıkçı köyü Taqah’a doğru giderken Rayyan, Umman hakkında bana bilgi vermeye başladı. Ülkenin 76 yaşındaki sultanı Qaboos’un sarayını dışarıdan gördük. Sultan 1970’te İngiltere’den dönerek bir saray darbesiyle babası Said bin Taimur’u tahttan indirerek başa geçmiş. O zamanlar İngiliz mandasında olan Umman’da baba Said önceleri güçlü iken İngilizlerin taraf değiştirmesi sonucu tahtı oğluna terk etmek zorunda kalmış. Hatta en son sarayın kapısına dayanan oğluyla görüşme isteği reddedilince intihar teşebbüsünde bulunmuş, yaralı olarak İngilizler tarafından kurtarılarak Londra’ya götürülmüş ve orada ölmüş. Sultan Qaboos yaşlı ve hasta olmasına rağmen halkın karşısına çıkmaya devam ediyormuş, çocuğu olmadığı için de geride bir veliaht bırakması da mümkün olmadığından yakın akrabalarından birisinin tahta çıkacağı tahmin ediliyormuş. Şehrin heryerinde Sultan Qaboos’un resimlerinin olduğu tablo, bayrak ve flamaları görmek mümkündü.
Umman halkı sakin mizaçlı, misafirperver ve rahat yaşamayı seviyor. Devlet herkese ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti sunuyor, belli bir süre maaş bağlıyor, ev yapması için ücretsiz arsa tahsis ediyor. Ulaşım yolları yeni, bakımlı ve açık. Taqah köyüne giderken yolun sağında kalan plajdan sakin denizi görüyoruz. Tek tük barakalar, balıkçı kayıkları, piknik masaları göze çarpıyor. Plajda denize giren herhangi bir kimseyi görmüyoruz. Etraf sakin ve sessiz.
Taqah Kalesi’nin önüne gelince rehberim Rayyan arabayı parkedip indi, ben de inip bilet ofisine doğru yürüdüm. Kaleye giriş ücreti yarım Riyaldi (4 TL). İçeride Alman bir turist kafilesi Hintli rehber eşliğinde kaleyi geziyordu. Taqah valisinin eskiden yaşadığı bu kalede Umman’ın günlük hayatından izleri gösteren odalar, ev eşyaları, alet-edevat ve silah gibi objeler sergileniyordu. Bu yörenin geleneksel ana geçim kaynakları hasır el işçiliği, sardunya balıkçılığı ve hayvancılıktan oluşuyor. Rehberim aşağıda beklerken ben de kalenin üst katına çıkıp güzel manzarayı seyrettim, fotoğraf çektim.
Taqah’tan sonraki durağımız UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Sumharam (Khor Rohri) antik kentiydi. Burası tarihi M.Ö. 3. yy’a giden, Asya, Afrika, Ortadoğu ticaret yollarının kesiştiği önemli bir ticaret merkeziymiş. Türkçe’ye “Günlük Ağacı” olarak çevrilen Frankincense ağacının dört bir yana nakliyatının yapıldığı ana liman burasıymış. Sakızımsı, beyaz renkli bir macun veren bu ağaç Sudan kökenli olmasına rağmen Umman’da bolca yetişiyor, özellikle tütsü olarak kullanıldığında yaydığı güzel kokularla tanınıyor. Antiseptik etkisinden ötürü sakız gibi çiğnenebiliyor. Eski Mısır’da firavunları mumyalamak için bu macundan faydalanırlarmış; Yemen Kraliçesi Belkıs, Hz. Süleyman’a bu macundan göndermiş hediye olarak.
Sumharam kentinden bugün geriye pek birşey kalmamış. Eskiden gemiler şehrin dibine kadar yanaşabilirken, bugün liman kısmı yok olmuş, denize açılan boğaz kum tepesiyle kapatılmış. Arkadaki sıradağlardan gelen derenin beslemesiyle bir tatlısu göleti oluşmuş. Harabe halindeki binalarda İtalyan bir grubun Hintli işçilerle arkeolojik kazı yaptıklarına şahit olduk. Duvarlarda İslam öncesi döneme ait eski Arapça yazıtlar görülebiliyordu. Sit alanının arkasına Sumharam’dan ve çevre bölgelerden çıkan objelerin sergilendiği küçük ama güzel bir müze yapılmış. İslamiyet’in ilk devirlerinde kayalara yazılmış Kuran ayetlerinin orijinalleri, ev ve süs eşyaları görülüyordu. Bir de modern Umman’ı tanıtan iki dakikalık bir videonun gösterildiği sinevizyon odası vardı.
Sumharam’dan çıkışta dağ yoluna girip yeşillikleriyle ünlü Wadi Derbat’a doğru yol aldık. Dağ yollarından geçerek geldiğimiz bu sayfiye yerinde yüzlerce deve ve sığır serbestçe dere kenarında, otlaklarda, yol kenarında, hatta yol üstünde gezinip duruyordu. Sahipleri bu hayvanları gündüzleri otlamaları için serbest bırakırmış, akşam olunca her hayvan sahibini ve gideceği yeri tanır ve birlikte geri dönermiş; nitekim hayvaların üzerinde tanımlayıcı herhangi bir işaret, etiket vs. gibi bir şey görünmüyordu. Dişi develerin memeleri, üzerlerinden geçen ipli kumaşlarla kapatılmıştı; sütleri ancak sahipleri tarafından sağılmak üzere. Yalnız bir tanesinin kumaşı kaymıştı, yavrusu gelip sahibinden habersiz oradan süt emiyordu. Sanki açık hava hayvanat bahçesi gibi çitlerle çevrilmiş bu yerde piknik yapmak isteyenler için de masalar konulmuş. Rehberim arabayı yol üstünde durdurdu, indik, bizden başka da arabayla gelen yoktu. Etrafta, nehir kenarında ve yol üstünde dolaştık, fotoğraf çektim. Gidiş-geliş esnasında yolda çok kez tek ya da sürü halinde dolaşan hayvanlar yüzünden yavaşlamak zorunda kaldık. Körfez ülkeleri gibi gökdelen ve sekiz şeritli yolların olduğu bir bölgede şehrin yanıbaşında, günlük hayatın tamamen dışında olan bu doğal ortamı görmek gerçekten ilginçti…
Bir sonraki durağımız batıdaki Qara Dağları arasında bir bölgede kalan Hz. Eyüp’ün türbesi idi. Rivayete göre Hz. Eyüp yedi çocuğu olan zengin ve saygıdeğer bir kişiyken bütün varlığını çeşitli felaketler sebebiyle kaybedince karısı hariç bütün ahali tarafından yalnızlığa terkedilmiş, hastalanıp yatağa düşmüş. Bu zor döneminde ibadet etmeye devam ederken bir gün kaldıkları evin yakınında çıkan pınar suyu ile yıkanması vahiy edilmiş, bu suyla yıkanınca tekrar eski sağlığına ve bolluğa kavuşmuş. O pınarın olduğu yerin yakınına defnedilmiş vefat edince. Bugün orası bir türbe niteliğini kazanmış. Esas ilginç olan türbeden ziyade bahçedeki binlerce yıllık duvar kalıntısıydı, zira Hz. Eyüp’ün kabrinde baş tarafının olduğu istikamet dıştaki avlu duvarının Kudüs’e bakan cephesine denk getirilmiş ve duvarın üzerine mihrap gibi bir çıkıntı yapılarak ibadet yönü belirtilmiş. İslamiyetten sonra duvarın sol cephesine Mekke yönüne bakacak şekilde bir mihrap daha eklenmiş. Ziyaretçi sayısı azdı, belki üç dört kişi daha vardı bizimle birlikte orada olan.
Dönüş yolunda Qara Dağlarının yeşili ve Salalah ovasının güzel manzarası eşliğinde denize doğru indik. Salalah’ın doğu yönünde Yemen tarafına doğru solda uzun bir plajın olduğu yola girdik. Mughsail plajı adı verilen bu bölge kartpostalvari, seyre doyulmaz bir görüntü sunuyordu. Sakin havada yolun sağında balıkçılıkla geçinen yerel halkın devlet tarafından inşa edilmiş evleri, solunda plaj, onun sonunda ise denize dik inen dağ yamaçları görünüyordu. Öğle yemeği için yol üstünde bir kafeteryada mola verdik. Rehberimin fotoğraflarda gösterdiğine göre yazın yemyeşil olan bu civara yüzlerce insan geliyormuş ziyarete, kalabalıktan arabaları park edecek yer, oturacak masa bulunamıyormuş. Şimdiyse ölü mevsimde olan buraya bizden başka gelen 5-6 kişilik Amerikalı bir grubun haricinde kimse yoktu. Deniz kenarında, dağ manzarası eşliğinde güzel bir havada birer hamburger ve içecek söyledik rehberimle. Kış mevsiminde 25-26 Colik havada dışarıda oturmak büyük bir keyifti. Kalktıktan sonra kafeteryanın az ilerisindeki mağaraya gittik. “Rocky Beach” denilen bu mekanda kışın sert havalarda dalga kıyıya vurduğu zaman deniz altındaki doğal tünellerden su geçerek mağaranın tabanındaki deliklerden yukarıya fışkırıyormuş fıskiye gibi. Fotoğraflarda 10m.lik su sütunları gördüm.
Son olarak batıda Frankinsence ağaçlarının olduğu dağlık bir bölgeye gittik, arabayı yolun soluna parkedip indik. Ağaçların bazıları kurumuş, bazılarıysa yeşilliğinin bir kısmını koruyordu. Kuruyan ağaçların bile gövde kısmından beyaz renk, sakızımsı macun çıkıyordu. Yumuşak, irili ufaklı damla şeklindeki bu macun parçaları bekletilince katılaşıyormuş. Dönüşte vadilerden geçerek Salalah yoluna geri girdiğimizde sağlı-sollu sahipleri tarafından otlaması için serbest bırakılmış develere rastladık. Bu develer kesilip yenmek için de besleniyormuş. Etrafta bir sürü deve kesim yeri, kasap ve restoranı gördük. Yakın civarda düğün yerleri de vardı, ertesi gün yapılacak bir nevi kır düğünü de için hazırlıklar tamamlanıyordu. Böyle ortamlar halka açık olurmuş, ev sahipleri gelen herkesi ağırlar ve yemeklerden tatmalarını sağlarmış. Dönüş yolu üzerinde Salalah limanının yanından da geçtik. Burası Tom Hanks’in başrolünü oynadığı 2013 yapımı “Captain Phillips” filmiyle ünlenmiş. Gerçek bir olaya dayanan bu filmde Amerikan kargo gemisi ‘Maersk Alabama’ Salalah limanından çıkıp Aden Körfezi’nde yol alırken Somalili korsanların saldırısına uğramış, yardıma gelen bir savaş gemisindeki komandoların yaptığı operasyonla kurtarılmıştı.
Otele vardığımızda saat 15 olmuştu. Rehberime teşekkür edip vedalaştım, inerken bir dahaki gelişimde tura çıkmak istersem direkt olarak kendisiyle bağlantıya geçmem için Facebook, email ve telefon bilgilerini bir kağıda yazarak verdi. Yukarıya odama çıkıp biraz yattım, zira hem uykusuzdum hem de yol yorgunuydum. İki saat kadar uyumuşum. Kalkınca duş alıp giyindim ve akşam yemeği için dışarı çıktım. Haffa Souq adı verilen geleneksel çarşıya gitmek için resepsiyondan yol tarifi almıştım, yürüme mesafesinde olduğunu söylemişlerdi, ancak 1-2km. yürüdükten sonra ortada çarşıya benzer bir şey göremeyince yolun karşısına geçip ışıkta durmuş olan bir taksiciye sordum. O da “atla götüreyim” dedi. Kapıyı açtım, içerde iki kişi daha vardı, biri önde diğeri arkada. Arkadaki boş yere oturdum. Şoför sola döndü, biraz gittikten sonra diğer yolcuları indirdi, ondan az ileride de beni indirdi, herhangi bir ücret de almadı. Haffa Souq başkent Maskat’ta gördüğüm çarşıyı andırıyordu, yarı-kapalı bir yerdi. Baharat, tütsü, incik-boncuk, hediyelik şeyler satan irili ufaklı dükkanların tezgahlarında geleneksel kıyafetleri içinde Ummanlı kadın ve erkekler duruyordu. En bol miktarda sergilenen şey Frankinsence macununun sertleşmiş haliydi. Bunları tütsü yakmada kullandıkları için bütün çarşıyı keskin bir esans kokusu sarmıştı. Yemek için pek de hijyen olmayan küçük esnaf lokantaları olduğunu farkettim, oralara girmedim, bir taksi durdurup 10km. mesafedeki Salalah Gardens Mall’a gitmek istediğimi söyledim. 5 Riyal (44 Lira) fiyatta anlaştık. Şoför yolda şehirle ilgili bilgiler verdi, kendisinin bir dağ köyünden olduğunu ve Türkiye’yi görmeyi çok istediğini söyledi. Mall’un arka tarafındaki ana giriş kapısında beni bıraktı. İçeri girdim. Mall modern, temiz ve Dubai’dekiler gibi çok kalabalık olmayan bir yerdi, ferahtı. Biraz dolaştıktan sonra dışarı çıktım. Tam bir pizzacı bulmuş içeri girecekken ileride bahçe içinde başka bir restoran gözüme çarptı. Burası Salalah Gardens Otel’in restoranı Yamal’dı. Geniş bir açık büfe menü 11 Riyal + servis ve turizm vergisi toplam 15 Riyal (134 Lira) fiyatındaydı, beğendim ve girdim. Hem dışarıda oturmuş hem de makul bir fiyata lezzetli yemeklerden tatmış oldum. Menü ağırlıklı olarak Arap/Ortadoğu mutfağından oluşuyordu: Kebaplar, mezeler, Umm Ali tatlısı en göze çarpanlardı. Orada bir saat kadar yemek yedikten sonra kalktım, yine bahçe içinde biraz gerideki Caribou Coffee’ye oturarak macciato söyledim. Ortam kalabalık değildi, masalar yarı yarıya doluydu.
Çıkışta ön kapıdan geçerek taksilerin olduğu alana geldim, otele dönmem bir on beş dakika kadar sürdü. Odada Digitürk Play’den biraz Türk televizyon kanallarını seyrettim, saat 12 gibi de yattım. Ertesi gün Cuma sabahtan yapacak bir işim olmadığı için 9 gibi kalktım ve kahvaltıya indim. Kahvaltıda açık büfe yerine tabldot menü vardı, Arap ya da Continental, Amerikan tarzından opsiyonlar sunulmuştu. Amerikan kahvaltısı aldım, ardından resepsiyona gidip otelden çıkış yapmak için bir saat ekstra süre istedim. Otel görevlileri Hint/Pakistan asıllıydı, gayet misafirperver ve yardımcı insanlardı. Odama çıkıp biraz internetten haber ve makaleleri okudum, saat 12’ye doğru da Cuma namazına gitmek için hazırlandım ve otelin karşısındaki Sultan Qaboos Camii’de gitmek için aşağıya indim. Rehberim önceki gün caminin kalabalık olacağını söylediği için biraz erken gittim. Caminin etrafı ağaçlarla çevrili güzel bir avlusu vardı. Palmiye ağaçları arasından beyaz duvarları, yüksek kubbeleri ve minareleriyle etkileyici görünüyordu. İçeri girdim, ön tarafa akın bir yere oturdum. Vakit geçtikçe kalabalık arttı, gelenlerin çoğu Umman yerel kıyafetleri içindeydi, aralarında Afrika kökenli olanlar vardı, ya da en azından öyle görünüyorlardı. Caminin içi Bahreyn ve Ürdün’dekileri aratmayacak derecede görkemliydi. Vaazın ardından Cuma namazı kılındı, cami tamamen dolmuştu. Bitişte tekrar yürüyerek yolun karşısına geçtim.
Otelimden saat 13:15 gibi check-out yaparak bir taksi çağırmalarını istedim. Taksi bir on dakika içinde gelerek beni aldı, 7 Riyal olan ücreti direkt olarak otel resepsiyonuna ödedim. Yirmi dakika sonra da biraz erken olarak Salalah Havaalanına vardım. İçerisi tenhaydı, tek tük telaşsız insanlar görülüyordu. Check-in ve pasaporttan sonra güvenlik bandından geçişte yan tarafta tesadüfi olarak rehberim Rayyan’ı gördüm! Yanına gidip merhaba dedim. Meğer kendisi gidiş tarafındaki Lounge’da çalışıyormuş. O ana kadar lounge’a gitmeyi düşünmediğim halde yanımda tüm Ortadoğu havaalanlarında geçerli American Express şirket kredi kartım olduğunu hatırladım ve Rayyan’ın yönlendirmesiyle Plaza Premium Lounge’a girdim. Burası modern, rahat bir yerdi, yemekler bol ve lezzetliydi. İçeride çalışanlar dışında 1-2 kişi vardı. Biniş saatim gelene kadar burada yemek yedim ve emaillerime baktım. Çıkışta Rayyan’ı göremedim, doğrudan biniş kapısına gittim ve uçağa girdim. 16:50 kalkması gereken uçağım biraz daha erken havalandı, yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından 19’a doğru Dubai Havalimanı’na indi. Pasaporttan hızlıca geçtim, bagajım olmadığı için doğrudan çıkış kapısına giderek taksiye bindim ve 20’ye doğru eve vararak bu geziyi de aksaksız bir şekilde tamamlamış oldum.