İlkbahar
Malta’yla ilgili ilk edindiğim bilgiler İngiltere’de yaşadığım yıllarda okuduğum broşür, kitapçık ve tarihsel romanlar sayesinde oldu. M.Ö. 7000’lerden itibaren kuzeyden gelen kavimlerim yerleşmesiyle tanınan Malta’nın esas önem kazandığı yıllar 16. Yüzyıl Akdeniz’inde Osmanlı ve Habsburg devletleri arasında cereyan eden egemenlik mücadelesi dönemi olmuştu. Bu dönemle ilgili bazı kaynakları okumuştum. Malta’ya gitmeden evvel adanın coğrafyası, gezilip görülebilecek şehirleri ve ünlü mekanları ile ilgili bilgi toplamıştım.
Bir Nisan ayının Cumartesi sabahı İstanbul’dan kalkan Air Malta uçağıyla adaya indiğimde hava açık, güneşli ve deniz sakindi. Otel, karşılama ve uçak reservasyonumu İstanbul’da bir tur şirketiyle ayarlamıştım. Havaalanında beni karşılamaya gelen şoför arabaya bavullarımı yerleştirip yola çıktıktan sonra nereden geldiğimi ve ne kadar kalacağımı sordu; Türk olduğumu söyleyince de ilgisi arttı. Malta’da Türklere karşı tarihsel kökenli bir ilgi olduğunu söyledi. 1565’teki Osmanlı kuşatmasında ada halkının gösterdiği direnci anlattı, orada kaldığım süre içinde gezip görebileceğim yerlerden bahsetti. Avrupa, Asya, Afrika kıtalarının kesiştiği yerde yaklaşık 400.000 nüfuslu bu küçük ada ülkesinde yerli halk derin bir tarihsel varoluş bilinci içindeydi. Neredeyse 450 yıl öncesinde yaşanmış bir kuşatma olayının kollektif hafızada bu kadar büyük yer etmesi beni şaşırtmadı, nitekim aynı şeyi ziyaret ettiğim diğer küçük Ortadoğu, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde de gözlemlemiştim. Türklerle mücadele etmek, Batı-Avrupa medeniyetini müdafa etmek fikri onlar için büyük bir olay hatta bir şan-şeref meselesiydi. Tarihsel varoluş sürecinin bugün dahi konusu sıkça dile getirilen önemli kilometre taşlarından biriydi.
Otelimin olduğu St. George’s Bay’e geldiğimizde şoförle beni dört gün sonra alacağı saati teyit edip vedalaştım. Resepsiyonda check-in yaptım, otelde Wi-Fi internet yoktu ama lobide saati bir Euro ücretle bağlantı yapılabilen PC’ler vardı. Odama çıktım. Sade döşenmiş, bir çalışma masası, televizyon, banyo ve king-size bed’i olan mütevazı bir yerdi. Oda penceresinden deniz görünüyordu. Ardından eşyalarımı yerleştirip aşağıya indim, dışarı çıkıp biraz gezindim. Öğlen yemeği yememiş olduğum için otelin yakınlarındaki bir pizzacıdan dilim pizza alarak bir taksiye atladım ve yakındaki Sliema bölgesine gittim.
Sliema, başkent Valetta’nın kuzey batısına bakan bir koyun kıyısında sık evler ve otellerle kaplı, turistik bir bölge. “Strand” isimli deniz kıyısındaki yürüyüş yolu boyunca kafeler, dükkanlar sıralanmış. Sokak aralarında küçük Katolik kiliseleri var, Malta halkının dindar olduğu belli oluyor. Özellikle akşam saatlerinde karşıdaki Valetta’nın güzel silüetini seyretmeye doyum olmuyor. Sliema’dan küçük feribotlarla Valetta’ya geçilebiliyor. Yolda gördüğüm insanlar Türkiye için yazlık sayılabilecek kıyafetlerle dolaşıyorlardı. Yaşlı Avrupalı ve İngiliz turistlerin yanı sıra adanın genç nüfusundan da çokça insan görmek mümkündü. Sliema ve Valetta arasındaki körfez Marsamxett Limanı adını taşıyor.
Malta’da belediye otobüsleri 1960’lardan kalma ve hala kullanımda. 200 yıl süren İngiliz sömürge idaresi döneminin son yıllarından bir hatıra olarak Valetta ve civarındaki yerleşimlere düzenli olarak bu sarı renk eski model otobüslerle sefer yapılıyor. Koltuklar eski, dar ve rahatsız ama yolculuklar zaten uzun sürmediği için insanlar dert etmiyorlar. Talebin yüksek olduğu gündüz saatlerinde yer bulmak bazen sorun olabiliyor, yolcular ayakta da seyahat ediyorlar. Bu otobüslerden birine atlayarak otelimin yakınındaki Paceville bölgesine geri döndüm. Valetta’ya yakın St. Julian’s bölgesinde yer alan Paceville turistik mekanların, casinoların olduğu bir yer. Başkentin tarihi dokusunun dışında eğlencenin bol olduğu bu yer sonraları büyüyüp genişlemiş. Civarda biraz dolaştıktan sonra birşeyler atıştırmak için etrafta oturabileceğim bir yer bakarken çok sayıda İtalyan restoranı olduğunu gördüm. Malta mutfağında Akdeniz yemekleri bulunuyor, özellikle deniz ürünleri taze ve lezzetli. Yemeğin ardından Paceville’deki gezime devam ediyorum. Burası adanın gece eğlencelerinin merkezi. Etraf saat 10’dan sonra dolmaya başlıyor. Gençler çoğunlukta, hatta aralarında bir Türk grubuna da rastlıyorum. Malta’ta Türkler daha çok dil öğrenmeye kursa geliyorlar, dolayısıyla büyük kısmı öğrenci. Paceville’deki ortamlar gece 12’den sonra club havasına bürünüyor, eğlence doruğa çıkıyor. Yaz aylarında İngiliz turistlerin de akın etmesiyle buranın küçük bir Bodrum’a döndüğünü tahmin edebilmek zor değil, nitekim daha serin geçen ilkbahar ayı Nisan’da bile akşamları eğlenmeye çıkan birçok İngiliz turist gördüm.
Gece otelime dönüp yattıktan sonra ertesi sabah saat 8 gibi kalkıp kahvaltıya indim, daha doğrusu çıktım çünkü kafeterya otelin içinde bulunduğu binanın yan tarafındaki teras katındaydı. Yatak + kahvaltı bir oda fiyatı için sade denilebilecek peynir, kruvasan, reçel ve çaydan oluşan kahvaltımı edip tekra odama dönüp harita, telefon vs. gibi eşyalarımın olduğu küçük çantamı alıp aşağıya indim. Otelin lobisinde biraz internete bakıp çıktım, güneşli havada sahilde biraz yürüyüp Valetta’ya giderek şehir turuna başladım.
Valetta Malta’nın başkenti. Adını 1565’teki Osmanlı kuşatmasında adadaki St. Jean Şövalyeleri’nin Büyük Üstadı (Grand Maitre) olan Jean Parisot de La Vallette’den almış. Eylül 1565’te Osmalıların kuşatmayı kaldırıp adadan çekilmesinden sonra Üstad La Vallette, burnunda St. Elmo kalesinin olduğu yarımadaya bundan sonra gelebilecek kuşatmaları caydırmak amacıyla çok güçlü savunma hatları olan yeni bir şehir inşa ettirmiş. Üç seviyeden oluşan ve asansörle katları arasında inilip çıkılabilen Valetta, barok ve gotik mimarinin güzel örneklerini sergileyen, UNESCO Dünya Mirası Lisetsi’nde bir şehir. Sarı Malta taşından yapılma binalar, dar sokaklar, kiliseler ve yüksek duvarlar şehre kasvetli ve ağır bir hava katsa da sokaklarından görünen deniz manzarası harikulade. İnişli-çıkışlı, denize kadar uzanan iki tarafı taş binalarla bezenmiş dar sokaklar, küçük dükkanlar, tarihi evler insana İtalya’da ya da İspanya’da eski bir şehirde yürüyormuş hissini veren Akdeniz havasını taşıyor. Şehrin ana giriş kapısının dışında taksilerin beklediği büyük bir alanda otobüs durakları da bulunuyor. Cumhuriyet Caddesi’ne (Triq Ir-Repubblika) çıkan ana giriş kapısını sağlı-sollu yüksek duvarlar, merdivenler ve yan sokaklar çeviriyor. Sağda “Our Lady of Victories” şapeli solda ise büyük yeşillik bir alan göze çarpıyor. Şehri boyuna ortadan ikiye kesen caddede sıra sıra dükkanlar, lüks markalar ve kafeler bulunuyor.
İlk ziyaret edilecek yerlerin başında gelen ise adliyenin karşısındaki St. John Katedrali. Şövalyelerin adını taşıyan barok tarzdaki bu katedral 1577 yılında hizmete açılmış. Dış görünümü bir hisarı andıran katedralin içerisi zengin süslemelerle bezenmiş. Şövalye tarikatını oluşturan sekiz milletin her birine ait ayrı birer şapeli de içinde barındırıyor. 1530’da adaya ilk gelen Üstad Philippe Villiers de L’Isle Adam’dan başlayarak şövalye tarikatının Büyük Üstad’ları bu katedralin altındaki özel muhafaza odasına defnedilmiş. Bunu da içerideki görevlilerden birine sorarak öğreniyorum. Çıkışta hediyelik eşya dükkanına uğrayıp kitaplara bir göz attığımda, adaya gelmeden önce New York Union Square’deki Barnes & Noble’dan aldığım ‘Iron Fire’ isimli Malta kuşatmasını anlatan tarihi macera-romanın nüshalarının burada yığınla stoklandığını görüyorum. Romanda Malta asıllı Nico Borg’un (daha sonra müslüman olup Aşa Reis adını alacak, Turgut Reis’in yanında Malta seferine katılacaktır) gözünden 16. yy. Akdeniz dünyası ve Osmanlıların ilerleyişi konu ediliyor. Bugün Valetta’nın karşısında yer alan Sliema yarımadasının ucundaki Tigne hisarının olduğu bölge “Dragut Point” yani Turgut Reis Burnu olarak biliniyor. Kuşatma sırasında Turgut Reis St. Elmo kalesinin karşısına buraya mevzilerini kurmuş. Atılan bir top güllesinin yakındaki bir kayaya çarpması neticesinde başına isabet eden bir taş parçası sebebiyle adada şehit olmuş. Naaşı bugün Libya’da bulunan Trablus’a nakledilmiş, adına orada bir türbe inşa edilmiş.
Katedralden sonra caddede biraz ileride sağda yeşillikler içinde müzeye dönüştürülmüş olan Büyük Üstadın sarayı, saray cephaneliği, bugün parlamento ve cumhurbaşkanlığı sarayı olarak kullanılan binalar dizisi bulunuyor. Bilet alıp harp tarihinden örnekler barındıran içerideki müzeye giriyorum. Özellikle Osmanlı kuşatmasından kalan zırh, kılıç, kalkan, tüfek , miğfer ve top gülleleri için ayrılan bölümün fotoğraflarını çekip hızlıca bir tur attıktan müzeden ayrılıyorum.
Biraz ileride yarımadanın burnunda bulunan ve kabaca bir yıldız şeklindeki St. Elmo kalesine giriyorum. 1565’deki kuşatmada Osmanlılar tarafından ele geçirilen tek hisar olan St. Elmo’da her hafta St. Jean şövalyeleri kırmızı zemin üzerine beyaz haçlı bayraklarıyla geçit resmi yapıyor ve temsili bir savaşı canlandırıyorlar. Turistlerin de yoğun ilgi gösterdiği bu şovu adada kaldığım günlerden birinde ben de seyrettim. Avlunun yanında, üzerinde “1565’de kullanılan bir Türk top güllesi” yazan tabelayı görüyorum.
Kuşatma sırasında Osmanlı ordusunun 5000’e yakın şehit vererek uzun uğraşlar sonunda fethettiği St. Elmo kalın ve yüksek surlara sahip çok güçlü bir hisar olmasına rağmen büyük hasara uğramış, fakat kuşatmadan sonra onarılıp tekrar eski haline kavuşturulmuş. Hisarın şekli Güney Fransa’da Nis yakınlarında gördüğüm yıldız şeklinde bir başka hisarı andırıyor, nitekim St. Jean Şövalyelerinin temelini oluşuran en büyük grubun da Fransa kökenli olması buna işaret ediyor. Kaleden ayrıldıktan sonra dönüş yolunda doğu tarafındaki sahile yakın yolu kullanarak fotoğraf çektim. Büyük Kuşatma çanının olduğu yerden geçerek Barakka bahçelerinde selam toplarının olduğu açık alandan limanı, sakin körfez sularını ve karşı taraftaki Birgu bölgesinde bulunan eski yerleşimleri, özellikle de Senglea’daki St. Michel ve Vittoriosa’daki St. Angelo kalelerini seyrettim. Manzara hakikaten harikuladeydi.
Malta’ya ikinci defa geldiğim 2017 Ocak ayında ABD’dek master eğitimi aldığım okulum The Fletcher School’un mezunlar buluşması programı çerçevesinde burayı bu sefer profesyonel rehber eşliğinde tekrar ziyaret ettim ve grup fotoğrafında yer aldım. Hatta St. Jean Şövalyeleri’nin tarihi hakkında rehberimizin sorusu üzerine gruba ek bilgiler verdim. Yine Malta arkeoloji müzesinde gördüğümüz M.Ö. 7000’lerden kalma ilk yerleşkelere ait objeler, inanılmaz detaylı insan heykelcikleri, mağaralardan getirilen yazım-çizim kalıntıları ilgi çekiciydi. Gezmekten acıkanlar için de Triq Ir-Repubblika 244 numara’daki Caffe Cordina’daki tadımlık porsiyonda enfes peynirli çörekler, pasta ve kekler bulmak mümkündü. Kalabalık olan bu kafede grupça yarım saat oturup dinlenmek ve sohbet etmek imkanı bulduk.
Dönüşte Paceville’deki turuma devam ederek akşam yemeğini de oradan yedikten sonra adadaki üçüncü günümde doğu ve güney sahillerini gezeceğim tura katılmak üzere akşam geç olmadan otelime döndüm. Sabah üstü açık tur otobüsü beni otelimdem aldı ve ilk olarak adanın iç kesiminde yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Mdina’ya götürdü (aslı Arapça “şehir” anlamına gelen “Medina”). Malta’da yollar düzgün ve tenha. Geçtiğimiz yerler yeşillik içinde en fazla 3-4 katlı taş binaların olduğu küçük kasabalar, dış mahalleler, müstakil evler ve yol üzerindeki kiliselerden oluşuyordu.
Mdina, Malta’nın ortaçağlarda eski başkenti olarak bir tepe üzerinde surlarla çevrilmiş, dar sokakların ayırdığı barok tarzı taş binalarla bezeli, sessiz ve sakin bir şehir. Gündüz gezmek için ideal. Akşamları da loş ışıklandırılan sokak ve katedralleri ile gizemli, masalsı bir atmosfere bürünüyor. İkinci seyahatimde grupça buradaki eski Palazzo de Piro’nun güzel manzarası eşliğinde Malta Dışişleri Bakanı Dr. George Vella’yla beraber akşam yemeği yedik. Dünyanın dört bir yanından gelen mezun arkadaşlarımla sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Yalnız Dışişleri Bakanı uzun konuşmasını yemek sonuna bıraktığı için herkes 23’e doğru saatlerine bakmaya başladı… Bizi Mdina yakınındaki otelimiz Corinthia Palace’dan oraya getiren otobüsün 23’de geri dönmesi gerektiği için bakan konuşmasının sonunu kısa kesmek zorunda kaldı. Çıktığımızda, Malta’da bir Ocak ayı için çok soğuk bir geceydi. Palto, kazak ve atkıyla bile üşüyordu herkes, nitekim ben dahil hasta olanlar oldu. Soğuk algınlığı olan birkaç kişiden diğerlerine gereçerek birkaç günde herkesi hasta etti…
Mdina’dan sonraki durağımız Marsaxlokk (Maltaca “Şirokko Körfezi” anlamında güneyli Şirokko rüzgarından ismini almış koy) oldu. Burası şirin, sakin bir balıkçı köyü. Sokaklar özellikle kış aylarında sessiz. Otobüsümüz şehir içinde fotoğraf çekmek için kısa bir mola veriyor. Yol üzerinde dikkatimi çeken şeylerden biri Malta’daki yer isimlerinin Arapça’dan gelmesi: Zeytun, Marsa, Zurrieq, Mqabba, Rabat, Mdina, Mellieha hepsi adaya zamanla dışarıdan gelip yerleşen Arap / Berberi kavimlerinin bıraktığı isimler. Marsaxlokk’un sembolü ve gelenlerin gözüne ilk çarpan obje “Luzzu” adı verilen renkli ve baş kısmında göz resmi bulunan tarihi kayıklar. Körfezin içine yayılmış olan rengarenk bu kayıklar gelenler için hem güzel bir sürpriz oluyor hem de ortama estetik bir hava katıyor. Adayı ikinci ziyaretimde grupça burada güzel bir balık restoranında deniz mahsülleri yedik, şehri yürüyerek dolaştık. Deniz çarşaf gibi ve hava açık, sakindi. Sohbete daldığım arkadaşlarımın çoğu Amerikalı’ydı, kimi Avrupa’dan kimi benim gibi Ortadoğu’dan gelmişti. Aralarında Romanya’nın Ankara Büyükelçisi olan bir bey de vardı, bizim okuldan benden iki sene önce mezun olmuştu.
Malta taşlık, kayalık bir ada. Plajlar az ve dar, denize girilebilecek yerler erişilmesi zor küçük koylarla sınırlı. Adanın iç kesimleri yeşillik, yer yer tepelik, çoğu yerde de düzlük. Bir ucundan diğerine mesafe 40km., araçla adanın etrafını bir günde dolaşmak rahatlıkla mümkün. Adayı dolaşan iki turdan biri Mdina, Marsaxlokk ve Hagaq Qim’in olduğu Doğu-Güney sahillerini geziyor, diğeri Batı-Kuzey sahilleri olan Rabat, Mgarr ve St. Paul’s Bay tarafına gidiyor. İlk günkü turumdan sonra ikinci günkü turda, St. Paul’s Bay’den tekneyle yakındaki Gozo adasına gittim. Burası 21 adadan oluşan Malta arşipeline ait, yüzölçümü olarak Malta’nın üçte biri boyutta küçük, şirin bir ada. Malta’nın Cirgewwa limanından 45 dakikada bir kalkan feribotla feribotla 25-30 dakikada Gozo’nun Mgarr limanına ulaşılıyor. Gidiş yolunda sağ tarafta Comino adlı üçüncü büyüklükteki bir diğer adayı da görmek mümkün. Hop-on / hop-off otobüsler, taksi ya da araba kiralayarak turistler adayı turluyorlar. Aynı zamanda bir dalış merkezi olan adada gidince mutlaka görülmesi gereken yer Wied il-Mielah Penceresi isimli kayaların oluşturduğu doğal bir kemer ve mağaraların olduğu alan. Daha sonra okuduğuma göre “göz” adı verilen bu kemer kaya bir nedenle çökmüş… Gittiğim zaman hemen yanındaki lagundan bir kayık kiralayarak yerli kaptanın yönetiminde yalnız denizden girilebilen mağaraları gezdim, etraftaki yönler hakkında bilgi aldım. Hava puslu olmasına karşın deniz sakindi.
Malta’daki son günümde Valetta’nın karşısındaki Vittoriosa (Birgu) şehrine gittim. Burası şövalyeler döneminde adanın ilk başkenti ve ana savunma hattı olarak işlev görmüş. Yarımada şeklindeki Vittoriosa adını İtalyanca “muzaffer şehir” anlamında 1565’teki Osmanlı kuşatmasında buradaki hisar St. Angelo’yu savunan şövalyelerden alıyor. Burası Valetta kurulmadan önce şövalyelerin günlük yaşamlarını geçirdikleri “Inn” adı verilen barınak ve iç içe geçmiş savunma hatlarından oluşan, sık yapıların ve dar sokakların olduğu taşlık bir şehir. Lingua Franca olarak İtalyanca’nın kullanıldığı St. John şövalye tarikatı sekiz ayrı Avrupa milletinden gelen asil ailelere mensup, katolik savaşçı keşişlerden oluşuyormuş.
1113’te Kudüs’e gelen bakıma muhtaç hacılara sağlık hizmeti vermek için kurulan bu tarikat Tapınak Şövalyeleri’nin kardeş örgütü. Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs’ü fethetmesiyle sırasıyla Akka, Kıbrıs ve ardından Rodos’u mesken edinen şövalyeler engizisyonun da etkisiyle korsanlığa ve yağmaya dadanarak Osmanlıların büyük bir düşmanı haline gelmiş. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1522’de Rodos’u fethi ile buradan atılan şövalyeler Habsburg Kralı Şarlken’in 1530’te Malta’yı yıllık bir adet şahin karşılığında kendilerine kiralamasıyla bugün Vittoriosa olarak bilinen Birgu’ya yerleşmiş ve Osmalılar’a karşı kıyasıya mücadelelerine devam etmişler. Ağırlıklı olarak Fransızcanın hakim olduğu tarikatı oluşturan sekiz millet Provence, Auvergne, Fransa, İtalya, Aragon, Kastilya, Almanya, İngiltere ve Portekiz’di.
Birgu’da her milletin bakımı ve idamesinden sorumlu olduğu ve kendi adını taşıyan hisarı, içinde de konakladığı “Inn”i mevcut. Burada surlar 16. yüzyıldan kalma orijinal haliyle ayakta duruyor ve 1565’teki kuşatmanın izlerini taşıyor. Dar, taşlık ve kasvetli sokaklardan surlara çıkınca şehrin güzel görüntüsüyle karşılaşıyoruz. Büyük Üstad La Vallette’in kuşatma esnasında yaralandığı Kastilya Burcu’na da anısına bir plaket koyulmuş. Birgu’nun hemen karşı kıyısında St. Michel kalesinin olduğu Senglea yarım adası bulunuyor. Burası ismini Üstad Claude de la Sangle’den almış ve 1565’deki kuşatmaya direnmesi sebebiyle Città Invicta (“yenilmez şehir”) olarak da bilinen Malta’nın büyük limanına bakan üç şehrinden birisi. Yürüyerek Birgu ve Senglea’yı dolaşmak mümkün. Gitmişken Birgu’daki Deniz Müzesine de uğruyorum. İçeride şövalyelerin deniz hayatından kesitler sunan objeler, tablolar ve maketler mevcut. Sahilde denize neredeyze sıfır bir konumda bulunuyor.
Malta’ya ikinci gidişimde Birgu’daki grup gezimizde Ocak ayı olması sebebiyle bize buz gibi soğuk hava ve yağmur da eşlik ediyor. Sokak aralarında sığınacak dam altı ya da şemsiyesi olan birer arkadaş buluyoruz. Maltalı rehber bize gezi sırasında kilise, şapel ve anıtları birer birer anlatıyor. Bir tanesinde heykelin etrafındaki demir korkuluklarda alttaki hilalin üzerine saplanan tepesi haç şeklinde demir çubuklar olduğunu gördük. Rehber bunun sebebinin şövalyelerin tarih boyunca en büyük düşmanının Osmanlılar olması olduğunu anlattı. Oradan çıkışımızda okulumuzun dekanı akşamki mezunlar yemeğimizde benden Kanuni Sultan Süleyman hakkında kısa bir konuşma yapmamı istedi.
Gezimizin ardından otobüslere binip Mdina’daki otelimize geri döndükten sonra akşam veda yemeği için toplandık. Dekanımız, bahsettiği gibi beni çağırdı ve ikimiz 10 dakika boyunca Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatı, Malta kuşatması ve 16. Yüzyıl jeopolitiği üzerine karşılıklı kısa birer konuşma yaptık. Herkes ilgiyle dinledi. Dekanımızın bütün sınıfa okuttuğu ve bana da önerdiği “Suleiman the Maginificent – Sultan of the East” adlı 1951 basımlı kitabı daha sonra Dubai’ye döndüğümde Amazon’dan sipariş verdim. Okuyunca Sultan Süleyman’ın kişiliği, dünya görüşü ve bir imparatorluğun yükseliş dönemi hakkında detaylı, ilginç bilgiler edindim. Kanuni’nin zannedilenin aksine aslında savaşı sevmeyen, zorunlu olmadıkça sefere çıkmayan ve içine dönük, melankolik bir kişi olduğunu öğrendim… Bir liderin porteresi çizmesi bakınmından okuduğum en iyi kitaplardan biriydi.
Mdina’daki otelimiz Corinthia Palace konforlu ve rahat ulaşılabilen bir yerdi. İlk gün, Malta Başbakanı ve Avrupa Birliği Dönem Başkanı olan Joseph Muscat bizi ziyaret etti. Bir saate süre yakın mermer ana yemek salonunda bizimle sohbet etti ve sorularımızı yanıtladı. Yanında küçük kızını da getirmişti. Sempatik birisiydi, zeki ve işini bilen bir politikacı olduğu belli oluyordu. Sorularımıza siyasi cevaplar vermek yerine samimi bir sohbet havasında toplkantıyı götürdü. Salonda ABD’nin ve İspanya’nın Malta Büyükelçileri de vardı. Oteldeki ikinci günümüzde bu sefer bizim mezunlar arasındaki büyükelçilerden oluşan bir panelle AB – Akdeniz ilişkileri ve güncel sorunları tartıştık. Açılış konuşmalarından sonra ilk sözü ben alarak konuyu Kıbrıs sorununa getirdim, nitekim o hafta Cenevre’de garantör ülkelerin de katıldığı beşli zirve yapılıyordu, konu sıcağı sıcağına masaya gelmiştim. AB’li diplomatlar tabi klasik olduğu üzere Türkiye’nin adadan asker çekmesi gerektiği gibi klişeleşmiş talepleri dile getiriyorlardı. Buna karşılık ben de Güney Kıbrıs’taki Rum Milli Muhafız Ordusu ve Yunan Alayı’ndan niçin hiç bahsedilmediğini, İngiliz üslerinin niçin tartışmaya açılmadığını sordum. Olası bir çözüm için ilk önce İngilizlerin adayı terk etmesi gerektiğini söyledim. Tabi tansiyon yükseldi, orada cevap verecek bir İngiliz diplomat olmadığı söylendi, konu o şekilde kapandı. Tabi Suriyeli ve Afrikalı mülteciler, güvenlik ve ekonomik işbirliği konuları da gündeme geldi. Paneli idare eden büyükelçi AB’nin Libya’ya atadığı yüksek temsilci idi. Diğer iki kişiden biri Hırvatistan’ın NATO nezdindeki eski büyükelçisi, diğeriyse Romanya’nın halen Ankara Büyükelçiliği’ni yürüten beydi.
Malta’dan ayrılırken havaalanında biraz kitapçıları dolaştım. Burası küçük bir yer, hatta Kıbrıs’taki Ercan’a kıyasla bile küçük denilebilecek ölçüde mütevazi bir havaalanı. Yavaş yavaş hastalanmaya başladığım için eczaneden pastil ve ağrı kesici alarak pasaporttan geçip biniş salonuna geldim. Malta’ya ilk geldiğimde Air Malta’yla dönmüştüm, bu sefer THY’nin her sabah düzenli seferi olduğu için onunla döndüm. Air Malta’yla code-share olatrak çalışıyorlardı. İstanbul’a inince direkt eve giderek uzun ve yorucu geçen bir dört günün ardından dinlenmeye çekildim. Aklımda Malta’nın tarihi dokusu ve duyduğum hikayeleri üzerinde yaptığımız sohbet ve konuşmalarımız kalmıştı…