Sonbahar
Tunus, Afrika’nın Avrupa’ya en yakın noktalarından birinde yer alan, İtalya’nın güneyinde bir Akdeniz ülkesi. Başkentinin de adı Tunus olan bu ülke eski çağlardan beri jeopolitik, ticari ve askeri önemini korumuş, kuzey-güney doğrultusu üzerinde bir geçiş güzergahı olmuş. İsmi ünlü komutan Annibal ile anılan, Roma İmparatorluğu ile savaşmış ünlü Kartaca Devleti’nin başkenti (Carthage) Tunus şehri yakınlarında yer alıyor. Eskiden Avrupalı turistlerin uğrak yeri olan Tunus, son yıllarda artan şiddet olayları nedeniyle zorda olan turizm sektörünü ayakta tutmaya çalışıyor. Türkler için de Osmanlı’yla olan tarihsel ve kültürel bağları nedeniyle görülmeye değer, ilginç bir ülke.
Tunus’a iş dolayısıyla yaptığım seyahat Dubai havaalanından başladı. Yaklaşık altı saat süren uçuşun ardından Kartaca havaalanına öğleden sonra bir buçuk civarında indik. İş arkadaşım ve ben pasaport kuyruğuna girdik, yaklaşık yarım saatlik bekleyişin ardından pasaport bankosunda sıra bana geldi. Polis önce bir form doldurmam gerektiğini söyleyerek beni geri gönderdi. Türklere vize uygulanmayan Tunus’ta formalite icabı da olsa girişte bir form dolduruluyor. Kontrolden geçtikten sonra taksiyle şehrin kuzeyinde bulunan Golden Tulip Carthage oteline doğru yola çıktık. Güzergah üzerinde tek tük birer-ikişer katlı müstakil evler gördüm, genelde etraf Mısır’a kıyasla temiz görünmekle birlikte bakıma muhtaç bir hali vardı. Yollar eski fakat güvenli ve tenhaydı. Otelimiz Taieb Mihri Cad. üzerinde yer alan, şehre uzak, kafa dinlemelik bir tatil köyü idi aslında. Vardığımız zaman check-in yaptırdım, odaya çekildim ve internetten emaillerime göz gezdirdim.
Diğer bir iş arkadaşımız (Amerikalı) bizden önce Tunus’a varmıştı. Şehir merkezinde Sheraton otelinde kalıyordu. Önce bizim otelimize geldi, sonra erken bir akşam yemeği yemek için Tunus şehir merkezinde bir restorana gittik. Burası Halkulvad (La Goleta) adıyla bilinen, Tunus’u denizden ayıran eski bir yerleşim merkezi. İçeriye, Tunus limanının ağzındaki laguna girmek için bir kanaldan geçiliyor. Halkulvad tam bu kanalın girişini kontrol eden yarımada üzerine kurulmuş bir şehir. 16. yy.’da Osmanlı ve İspanyol hakimiyetleri altında karşılıklı el değiştirmiş olan Halkulvad müstahkem bir kaleye sahip. Bugün surlarının bir kısmı harap vaziyette olsa da ayakta kalmayı başarmış. 1500’lü yılların başından itibaren Barbaros Kardeşler adıyla bilinen Hızır ve Oruç Reis’lerin elinde bulunmuş olan Tunus, Osmanlı’nın Akdeniz’e hakim olduğu yıllarda İspanya, İtalya ve Malta sahillerine yapılan akınlarda bir üs olarak kullanılmış. Bu durumdan büyük zarar gören Habsburg İmparatoru ve İspanya Kralı V. Şarlken 1535’te büyük bir ordu ve armadanın başında Tunus’a sefer düzenlemiş. Büyük mücadeleler sonunda, Barbaros (Hızır) ve Salih Reis’in tüm gayretlerine rağmen Tunus’a girmeyi başarmış. Rivayete göre Haçlı ordusunun kılıcı altında binlerce Arap ve Türk Müslüman katliam, yağma, işkence ve sürgünlere maruz bırakılmış. Sonraki yıllarda tekrar Osmanlı hakimiyetine giren Tunus 1571 İnebahtı yenilgisi sonrası yeniden İspanya’nın kontrolüne geçtikten sonra, 1573’te nihai olarak Kaptan-ı Derya Kılıç (Uluç) Ali Paşa ve Sinan Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı egemenliği kalıcı hale getirilmiş.
Halkulvad’da oturduğumuz balık restoranı tenhaydı. Üst kata çıkıp penceresi açık, balkon kanarında bir masaya oturduk. Saat 5’e gelmek üzereydi, hava açık ve sakindi. Güzel ve güneşli bir günün akşamında binanında üstünde bulunduğu caddede insanlar ve arabalar belli bir düzene aldırmadan, acelesizce ilerliyordu. Restoranın sahibi turist olduğumuzu anlayınca yukarı geldi, kendini tanıttı ve menüyü gösterdi. Bizimle sohbet ederken Türk olduğumu söyleyince gelip bana sarıldı, öpmek istedi… Türkleri sevdiklerini ve TV dizilerinin müpletası olduklarını anlattı. Yemeğimizde taze balık ve çeşitli mezeler vardı. Burası Malta’dan farklı olarak Arap mutfağına daha yakın bir yer, ezmeler ve pideler bolca mevcut. Tatlı olarak da şerbetli hamur işleri var, Ortadoğu’da olduğu üzere. Yemeğimizi bitirdikten sonra caddede biraz yürüyüp bir taksiye atladık ve otelimize döndük. Ertesi günkü iş toplantılarımız için hazırlık yapmak ve dinlenmek gerekiyordu. Bu arada kaldığımız Golden Tulip oteli şehre uzak ve gidip-gelmesi zor olduğu için ertesi gün erken çıkış yapıp merkezdeki Sheraton oteline geçmeye karar verdik.
Golden Tulip otelinde sabah kalkıp emaillerime bakınca ABD’de Uluslararası İlişkiler master’ı yapmak için başvurduğum Boston’daki The Fletcher School’dan kabul mesajı aldığımı görünce çok sevindim, hemen Türkiye’yi arayıp aileme haber verdim… Son iki senedir çalışıp, girmek için uğraştığım bir okuldu Fletcher, alanında dünyanın en iyi beş okulundan biriydi. O sevinçle aşağıya kahvaltıya indim. Hava açık ve sakindi. Otelin restoranı giriş katında denize yakın bir bahçe içindeydi. İş arkadaşım (Brezilyalı) da biraz sonra gelince yan masaya oturduk, kahvaltımızı ettik. Sonra otelden çıkışımızı yapıp bir taksiye atlayarak Tunus şehir merkezindeki ofise gittik. Ofis sıradan bir yerdi, biraz sapa ve özelliği olmayan bir bina içinde eski masalar ve sandalyeler vardı. Etraf dağınıktı. Önce aşağıya indik, yakındaki bir kafede açık havada oturup çay-kahve içtik, önümüzdeki iki gün boyunca yapacağımız işleri konuştuk. Tunisie Telecom’un yanısıra devlet dairelerine de gidecektik. Sokaktan geçen tek tük insanlar ve arabaların arasında mahallenin görüntüsü eskiydi. Yollar yer yer toprak, bozuk ve binalar düzensizdi.
Tunus’taki yerel ofisimizden arkadaşımız bizi şehir içinde dolaştırdı, toplantılara gidip gelmemize olanak sağladı. Öğlen yemeğini de ofise yakın bir yerel restoranda güzel, acılı güveç ve taze ekmekle tamamladık. Akdeniz havası heryerde kendini hissteriyordu; şehir biraz Türkiye’nin 20-30 yıl önceki güney sahillerine, biraz Kıbrıs’a benziyordu. Tunus’ta Arapça ana dil olmakla birlikte ağırlıklı olarak Fransızca konuşuluyor. Ülke 90 yıl Fransız sömürgesi olmasının etkisiyle kültürel olarak harmanlanmış, ticari ve turistik bağlantılar da ona göre düzenlenmiş. Komşu ülke Libya’da devam eden savaşın etkisiyle birçok göçmen buraya akın etmiş. Buradan da en yakın Avrupa ülkesi olan Malta’ya sürekli bir akın oluyormuş. Keza aynı şekilde İtalya’nın Lampedusa adasına da. Başkente yakın olan doğu sahilindeki ünlü tatil beldesi Yasmin Hammamet uzun beyaz plajları, lüks otelleri ve turistik atraksiyonlarıyla ülkenin gözde mekanlarından. Daha güneyinde Manastır, Mehdiye, Sousse, Sfax ve Cerbe gibi turistik sahil kasabaları mevcut. Tunus’un kuzeybatısındaki Bizerte de bir diğer liman şehri. Buralarda bir zamanlar cıvıl cıvıl beş yıldızlı oteller, tatil köyleri varken (örneğin Cerbe’deki Magic Life Djerba Mare oteli), Arap Baharı’nın ilk baş gösterdiği ülkedeki siyasi çalkantılar, terör ve göç dalgaları yüzünden turizm zor günler geçirmiş.
Gün içinde yoğun geçen iş maratonunun ardından akşam Sheraton Oteli’ne geçtik ve check-in’imizi yaptırarak odalara dağıldık. Yerlekşe şehrin tam göbeğinde yeşillik bir alanın yanı başındaydı. Yürüyüş için biraz tepelik ve sapa bir noktada olduğu için ancak taksiyle gidip-gelinebiliyordu. Akşam otelin lobisinde buluştuk, Amerikalı olan arkadaşımız Suriye asıllı Süryani olduğu ve Arapça bildiği için İngilizce bilmeyen taksi şoförleri, garsonlar ve etrafta karşılaştığımız diğer insanlara bizim için tercümanlık yaptı. Taksilerde taksimetre olmadığı için önceden pazarlık etmek icab ediyordu. Sheraton’un önünden bir taksi tutup Tunus’un en gözde turistik mekanı Sidi Bou Said’e doğru yola çıktık. Yarım adanın kuzeyinde yer alan, yüksek bir tepenin üzerine kurulu, denizi kuş bakışı gören Sidi’ye gidişimiz yarım saat kadar sürdü, yolda da Kartaca harabelerinin yanından geçtik. Geldiğimizde arkadaşım şoföre Arapça nereyi tavsiye edebileceğini sordu, bir iki yer ismi aldık ve indik.
Sidi Bou Said hakikaten şahane bir yer. Kartpostallardaki gibi mavi damlı, beyaza boyalı evler, rengarenk işlemeli kapılar, denize nazır aşağıya kadar inen kat kat restoran ve kafelerle açık havada muhteşem bir manzarası vardı. Turistik ve kalabalık bir yerdi, oturmak için bile boş mekan bulmak hayli zor oldu. Etrafta fotoğraf çektiren her ülkeden insanlar, dar sokaklardan inip çıkan aileler, hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Nihayet en tepede bir İtalyan restoranı bulup oturduk. Etraftaki masalardaki turistlerin çoğunun da İtalyan olduğu anlaşılıyordu. Sicilya’ya yakın olması dolayısıyla gidip-gelen çok oluyormuş. Spagetti ve ortaya başlangıç mezelerinden oluşan menümüzü aldık, orada 2 saate yakın kaldık. Gece yürüyerek aşağıya kadar indik ve bir taksiye binerek nerseyse son sürat eğlenceli bir biçimde Sheraton’a geri döndük. Odamın balkonu Tunus şehrine bakıyordu, şehrin ışıklarının üzerinde puslu bir hava hakimdi. Biraz dışarda temiz havada oturup içeri girerek ertesi gün erken kalkmak üzere yattım.
Ertesi sabah otelden check-out yaptıktan sonra arkadaşlarla kahvaltımızı ettik. Akşamüzeri olan uçak saatimize kadar bavulları otelde bırakıp Tunus şehrinde gezmeye çıktık. Avenue Habib Bourgiba ve Avenue de France caddeleri şehrin kalbi olan eski çarşıya (souq) çıkıyordu. Cadde üzerinde nefis pasta, kek ve kurabiyeler yapan bir dükkanda durup çikolatalı tatlı yedik. Özgürlük Meydanı (Place de l’independence) tramvay hattı, geniş yürüyüş yolları, yeşilliklerle bezenmiş bakımlı binaları, bahçeleri ve temiz görünümüyle sanki bir Avrupa kentiymiş hissi uyandırıyordu. Tunus’un yer isimleri, şehir dokusu ve mimarisi Fransız etkisi altında kalmış. Arapça ya da İngilizce bilmeden de burada dolaşmak mümkün. Avenue de France’ın sonunda yer alan meydan bir düğüm noktası gibi, şehrin dört bir yanına çıkan caddeler buraya bağlanıyor. Bab Bhar’ın (Bhar Kapısı) olduğu Zafer Meydanı fotoğraf çektiren turistlerle dolu, hemen bitişiğindeki Rue Al Jezira caddesi üzerinde halk pazarı var. Eski İtalyan mimarisi tarzı binalar, seyyar satıcılar, binbir çeit ıvır-zıvır satılan tenteli tezgahlar, terkedilmiş dairelerle dolu bu cadde halkın yoğun ilgi gösterdiği bir atraksiyon merkezi. Biraz Karaköy, biraz Beyoğlu havası var. Şehrin daha arka sokaklarınki La Medina’da (İspanyolca “şehir” anlamında) Barbaros Hayreddin Paşa’nın adını taşıyan ve hatıralarının olduğu Tunus Müzesi, El Mouradi ve Zitouna camileri var. Al Jazira caddesi Cezayir caddesine kadar devam ediyor, oradan tekrar yukarı kıvrılarak Cemal Abdülnasır caddesine, oradan da tekrar Habib Bourgiba’ya bağlanıyor. Pazarın içinden sonuna kadar yürüyüp Habib Bourgiba’dan geldiğimiz yere doğru, bu sefer yolun karşı tarafından yürüdük. Bu arada da bir dükkana girdim ve Fas’ın meşhur Argan Yağı’ndan iki şişe satın aldım Türkiye’ye götürmek için.
Sokakta yürürken yoldan geçen adamın biri, ki dilenci kılıklıydı, bize sırnaşmaya başladı. Hatta Brezilyalı arkadaşın gidip kolundan öpüp para istemeye kalktı, çok güldük. Hızlıca önden yürüyüp kaçmak istediyse de kurtulamadı, adam zar zor peşini bıraktı. Biz de o arada yetişip “keşke fotoğrafını” çekseydik diye dalga geçtik hafiften… Akşama doğru otele dönüp bavulları aldık, bir taksiye atlayıp havaalanının yolunu tuttuk. Emirates Havayolları ile olan uçuşumuza iki saatten fazla zaman vardı. Check-in yapıp pasaporttan geçtikten sonra gidiş terminaline geçtik. Arkadaşlarım Gold Üye statüsünde oldukları için Emirates’in lounge’una girdiler, benim millerim henüz yeterli olmadığı için giremedim. Duty Free’de dolaşıp bir-iki atıştırmalık bir şey aldım yemek için. Uçak saati geldiğinde kapıda buluşmak üzere sözleşmiştik. 6 saate yakın sürecek uçuşumuzda okumak için yanıma kitap almıştım, koltuklarımız da farklı yerlerdeydi. Dubai’ye inince beraber gümrükten geçip bir taksiye binerek yakın oturduğumuz Marina’ya geldik, sırayla önce Amerikalı arkadaşı bıraktık, sonra ben ve en son Brezilyalı arkadaşım indi. Kısa ve uzun mesafeli bir seyahati daha bitirmiş olarak eve döndüm.