Lübnan: Beyrut ve Sahil Şeridi

Yaz

Lübnan çok ilginç bir ülke. Denizi, güneşi, bize yakın olan insanları ve Türklere hiç de yabancı olmayan nefis doğası, gece hayatı ve yemekleriyle mutlaka gidip görülmesi gereken bir yer. Doğu Akdeniz’de 1945 yılında Fransız mandasından bağımsızlığını kazanan ülke İsrail, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu’ya yakın konumuyla Ortadoğu’nun tam kalbinde yer alıyor. Değişik ırk, din ve mezheplere mensup insanlar aynı çatı altında yaşıyor. 1915’ten sonra Ermenilerin, 1948’den sonra Filistinlilerin ve 2011’den sonra da Suriyelilerin göçleriyle nüfusu artmış, renklenmiş, gelişmiş ve ülke bugünkü halini almış. Yüzölçümü olarak Konya ilinden küçük olmasına rağmen 2015 tahminlerine göre 6 milyon insanı barındırıyor.

İlk gittiğim 2012 yılında uçak Beyrut’a yaklaşırken korkunç bir türbülansa yakalandı, ki o güne kadar gördüğüm en şiddetlisiydi, en uzun süreli olanıydı. 4-5 dakika kadar uçak lunaparklardaki roller coasterlar gibi düşüp kalktı, yolcular yüksek sesle dualar etmeye, yalvarmaya başladılar… Ondan sonra buna benzer bir tecrübeyi 2017 Ocak ayında, kar fırtınalı bir akşamda Sabiha Gökçen havalimanına inerken yaşayacaktım. Beyrut’a sağ-salim inince herkes kapağı dışarı zor attı. Lübnan’a girişte Türklerden vize istenmiyor, pasaport sırasındaki bekleme süresinin dışında bir maruzat yok. Ancak ilk gidişimde havaalanı polisi pasaportumun bütün sayfalarına ikişer defa bakarak İsrail damgası olup olmadığını sordu, yok dedim. Daha önce İsrail’e bir kere gitmiş sonra pasaportumu değiştirmiştim. Her iki gidişimde de havaalanı polisinin yolculara karşı hoyrat ve umursamaz davrandığına, hatta zaman zaman kendi aralarında bağrışmaya varan kavgalar ettiklerine ve yolcuların üzerinde gereksiz yere baskı kurduklarına şahit oldum. İlk dönüşümde laptopumu X-ray cihazından geçirdikten sonra almayı unutmuştum. Kimse uyarmadı, dönüp bir şey sormadı, ilgilenmedi. Biniş salonuna varıp neyse ki unuttuğumun farkına vardığımda ve geri koşup kapıya geldiğinde, yine kimsenin umurunda değildi. Laptop öyle bir köşede duruyordu. Biniş kapısını sorduğumda bile ilgisizce zoraki cevap veriyorlardı. Beş sene sonraki ikinci gidişimde kontrollerden çok daha hızlı geçecektim.

Başkent Beyrut bir körfezin kıyısında, sırtı dağlık, ılıman iklime sahip bir yer. İlk gidişim Mayıs 2012’de iş dolayısıylaydı. Bank Libano-Française, Fransa Bank, Byblos Bank gibi müşterilerle toplantı yapmak için Beyrut’taki iş partnerimiz randevular ayarlamıştı. Şehrin merkezindeki Hamra cad.’inde Crowne Plaza otelde kaldım, sabah kahvaltılarını orada yapıp, yandaki pasajın giriş katındaki spor salonuna da gittim. Hava ilk bahar olmasına rağmen serin, puslu, yer yer yağmurluydu. İlk görüşümde Beyrut’ta hayal kırıklığına uğramış, modern bir şehir beklerden yıkık-dökük, eski, terkedilmiş binaların, bakımsız yolların ve silik bir şehrin siluetiyle karşılaşmıştım. Haftaiçinde üç gecelik bir seyahat olduğu için eğlence yerlerine gidememiş, etrafta doğu düzgün pek bir şey görememiştim. İkinci akşam Avusturya’daki satış teknikleri okulundan Lübnanlı arkadaşım Hicham ve onun arkadaş grubuyla Hamra semtinde bir bar/kafede buluştuk birşeyler içtik. Bol bol Türkiye’yle ilgili güzel şeyler duydum, özellikle Türk dizilerinin (Aşk-ı Memnu, Muhteşem Yüzyıl) çok popüler olduğunu işittim. Bir diğer akşam iş partnerimizin daveti üzerine Al-Sultan İbrahim isimli güzel bir balık lokantasına gittik, nefis deniz ürünleri yedik. Lübnanlıların “Sultan İbrahim” ismini verdikleri barbunya oranın en meşhur balığıydı…

İki gün Beyrut’ta kaldım, şehir merkezini taksiyle bir-iki defa geçerken gördüm. “Downtown” olarak adlandırılan semtte Mir Majid Aslan caddesi üzerinde solda Mecidiye camii, sağda lüks markaların, kafelerin ve Beyrut çarşısının olduğu kısım vardı. Chanel, Boucheron, Armani, Ouzounian gibi markaların olduğu blokları ikinci gidişimde de aynı şekilde korunmuş olarak buldum. Parlamento binasının olduğu Mecidiye camiinin arkasındaki çekirdek kısım tel örgülerle çevrilip giriş-çıkışlara kapatılmış durumdaydı, sebebinin de protestocuların meclis yakınında kamp kurup olay çıkarmalarına mâni olmak olduğu söylendi. Biraz daha içerdeki kısımlarda Ömeriye camii, Mansur Assaf camii, Muhammed El Emin camii ve Ayios Yeoryios Rum Ortodoks kilisesi ve biraz ilerisinde aynı adlı Maroni katedrali vardı. Burası tarihi, kültürel, mimari çeşitlilik olarak Beyrut mozaiğinin en renkli örneklerini sergileyen meydandı.

Beyrut’a ancak üçüncü seyahatimde bu meydanı akşam yürüyerek gezme fırsatım oldu. Gece müzik-eğlenceli açık hava kahvesini gördük, bizim Nişantaşı Vali Konağı’nı aratmayacak düzeyde ortamları da. Waygand Cad. karşısında Beirut Souks adı verilen yeni alışveriş merkezi, kafe ve şık restonlar hakikaten göz alıcı; burası küçük bir Avrupa sanki, daha bile ilginç bir mekân halini almış. La Petite Maison, Seray, Al-Sultan İbrahim gibi lüks sayılabilecek restoranların yanı sıra her bütçeye hitab eden yerler de bulmak mümkün. Kısaca “Downtown”, Lübnan’ın dünyayla bütünleşmiş yüzü, hatta sanki başka bir gezegen gibi. Ülkenin diğer bölgelerinden o derece farklı…

İlk seyahatim iş görüşmeleriyle geçtiği için Beyrut ve çevresini tam anlamıyla gezme imkânı bulamadım. Crowne Plaza otelinin 21. katında panoramik, güzel bir şehir manzarası vardı. Şehrin doğu kısmındaki Jouniyeh-Beyrut yolu üzerinden birkaç defa geçtik, Lübnanlı çeşitli ırk ve dine mensup insanlarla sohbet ettik, yemek yiyip kahve içtik. Sıcak, misafirperver insanlardı. Ofisler eski tip, iş yapış tarzı ve davranışları 80li-90lı yılları anımsatan şekilde biraz demode idi. Fransız kültürünün etkisi bir zamanlar “Doğu’nun Paris’i”olarak anılan bu şehirde hala bütün ağırlığıyla hissediliyordu, lingua franca Fransızcaydı. Yemek için önerilen yerlerden biri deniz manzaralı La Creperie, alışveriş içinse ABC Mall idi.

IMG_3815

Üçüncü seyahatimde Türklerden oluşan grubumuzla ilk akşam “Abd el Wahab” isimli ünlü bir Lübnan restoran zincirinin ilk şubesine gittik. Şam Cad. üzerinde, Sodeco Meydanı’na yakın bu restoranda Lübnan lezzetlerinin en âlâ örneklerini tatma şansımız oldu. Bu zincirin iki halkası da Dubai’de bulunuyor, oradan aşina olduğum için gitmeden önce Google Maps’te burayı listeme eklemiştim. Bira başka akşam da yürüyüş için Monot’ya gittik. Burası daha ziyade gençlerin gittiği, trendy bar ve restoranların olduğu Caddebostan Barlar Sok. tarzı bir muhit. Ordan Downtown’a gitmek için Über taksisi çağırmak istedim ama şebeke internet çok yavaş olduğu için cadde üstündeki Onno’s isimli bir Ermeni restoranına girip Wi-Fi bağlanmak için izin istemek zorunda kaldım, yarcımcı oldular. İçerde servis edilen yemeklere de göz gezdirdim, mantıdan dolmaya kadar Anadolu’ya ait bilimum lezzet çeşitleri mevcuttu.

İkinci seyahatim bambaşka bir deneyim oldu. ABD’deki Fletcher School of Law and Diplomacy’den Lübnanlı bir arkadaşımın düğününe davetli olarak bir Perşembe akşamı Dubai’den Emirates Havayolları uçağıyla Beyrut’a gittim. Dört gün kalacaktım. Önceden, uygun fiyatlı taksi firmalarının telefon numaralarını almış, arayıp fiyat sormuştum. Pasaport kontrolde beklerden en makulü olan Queen Taxi’yi arayıp havaalanı geliş kapısına bir araba istedim. 15 dakika içinde oradaydı, hemen karşıdaki park alanında trafiğin ve kalabalığın içinden geçerek taksiyi buldum. Güzel bir yaz gecesi saat dokuz civarıydı. Hava sakin, nem azdı. Otelim, merkezi Hamra semtindeki WH Hotel idi. Taksi ücreti 13 dolar tuttu, Lübnan’da dolarla da heryerde alışveriş yapılabiliyor, kabul ediyorlar. Check-in yapıp odama çıktım, eşyalarımı yerleştirdim. Bu arada iş emaillerimi okuyup cevap yazıyor, telefonlara bakıyordum. Ertesi günü için Dubai’deki Lübnanlı arkadaşım Jana’dan telefonunu aldığım bir taksiyciyle yazışıp yarım günlük Byblos ve Trablus turu ayarladım. Pazarlıkla fiyatı 80 dolardan 60 dolara indirdim, gidiş-dönüş. Duş alıp yattıktan sonra sabah 7’de kalktım, biraz televizyona bakıp kahvaltıya indim. Giriş katında, sokağa açılan salonda açık büfe sade bir menü vardı. Kahvemi içip biraz uyandıktan sonr yarı yılın son günü olduğu için iş icabı emaillere tekrar bakıp cevaplamam gerekti. Tekrar yukarı çıktım, bilgisayara biraz bakıp şort ve t-şörtümü giyerek şehrin yakın semtelerini keşfe çıktım.

Hamra eski Beyrut’un kalbi sayılabilir. Sokak dokusu, mimarisi ve insan çeşitliliği güzel havayla birleşince Türkiye’nin sahil kentlerini andırıyor. Biraz İstanbul, biraz Antalya, biraz Kıbrıs… Cebimi roaming’e açtırdığım için Google haritasından gittiğim yerleri takip edebiliyordum. Batıya, sahile doğru ilerledim, karşıya geçip yürüyüş yolunu takip ederek Charles de Gaulle cad.’siden Beyrut Amerikan Üniversitesi kampüsünün önüne geldim. Arkadaşım Jana’nın verdiği görülücek yerler listesinde olan Zaytuney Bay biraz ilerideydi. Solda, sahil tarafında lüks kulüpler ve restoranlar vardı. Beyrut şehri içinde plaj olmadığı için, halk ya kulüplerin iskelesinden ya da kayalıklardan denize giriyor, güneşlenip balık tutuyordu. Hava açık, deniz sakin, güzel bir Cuma günü sabahıydı. Charles de Gaulle ve Paris cad.’lerini takip ederek Zaytuney Bay’e çıktım. 60-70li yıllarda Beyrut ve dünya sosyetesinin gözde mekanlarından olan bu koyda yat limanı ve ünlü St. Georges Oteli mevcut. 2005’te suikaste kurban giden başbakanları Refik Hariri’nin adını taşıyan cadde Prof. Wafik Sinno bulvarına çıkıyor. Hariri’nin anısına küçük bir park ve büst yapılmış. St. Georges oteli müşteri kabul etmiyor fakat havuzu hala açık, denize de girilebiliyor. Hariri’nin oğlunun ortağı olduğu Solidere firması Beyrut’ta esaslı bir yeniden inşa faaliyetine girişmiş, buna karşı da bazı tepkiler doğmuş. Otelin üzerindeki Arapça yazı ve “Stop” işareti Solidere fimasına bir mesaj vermek için asılmış, “artık durun, burayı da yıkamazsınız” demek için…

Paris cad.’sini Refik Hariri’ye bağlayan güzergâh üzerinde, St. Georges koyunda şık kafe ve restoranlar var. Yeni inşa edilmiş ofis ve rezidans düzenli şehir plancılığının eseri. Göze batan, çirkin duran bir şey yok. Amerikan Üniversitesi’nin biraz ilerisindeki Starbucks, Beyrut’un üst düzey kesiminden insanların uğrak yeri ki burası İstanbul Caddebostan’daki ortamı andırıyor. Prof. Wafiq Sinno’nun bitiminde, Marina Port’un karşısındaki Four Seasons Oteli Beyrut’un gözde, yeni duraklarından birisi. İçeri girip ikinci kata çıktım. Terasta güzel bir deniz manzarasına karşı Türk kahvesi içip biraz soluklandım, hem de susamıştım. Kalkınca otelin yanındaki Marina Towers’ı geçip Ahmed Şevki cad.’sinden ünlü Phoenicia (Fenike) Oteli’nin olduğu Fahreddin cad.’sine çıktım. Phoenicia Oteli St. Georges Bay’e bakan, şehrin tam kalbinde bir konumda. Tarihte Lübnanlıların ataları olan denizci kavim Fenikelilerden almış ismini. Onun arkasındaki yüksek bina ise savaştan çıkmış gibi kurşun delikleriyle dolu, virane bir halde. 1975-1990 yılları arasındaki iç savaşta yüksek binalardan, otellerden karşılıklı açılan ateşle etraf delik-deşik olmuş. Kurşun ve roket izlerini eskiye göre az da olsa halen görmek mümkün. Bu bina da savaşın kötü hatırasının ibret olması maksadıyla aynen korunmuş. Giriş ve alt katında, Beirut’un birçok noktasında olduğu gibi tank, zırhlı araç ve askerler var. Köşe başlarında, ara sokaklarda, hiç umulmayan mahalle arkalarında birden insanın karşısına bariyerler, ZPT, panzer ve tam teçhizatlı askerle çıkabiliyor. Ülke halen savaşın izlerini taşıyor, çok sıkı güvenlik önlemleri normal hayatı gölgeliyor.

Fahreddine cad.’sinden Clamenceau ve Makdisi cad.’lerini takip ederek Hamra’ya doğru geri yürüdüm. Bir Akdeniz şehrinin ilginç, dar, renkli sokaklarında, güzel ve serin bir havada turlayarak otelime yaklaştım. Yol üstünde bir kitapçıya girdim, içeride antik çağlardan Osmanlı’ya, Arap-İsrail savaşlarından modern Lübnan’a birçok kaynak eser, roman ve gezi rehberlerini barındırıyordu. Bıraksalar, vaktim de olsa, bütün bir günümü burada geçirebilirdim… İçlerinde John Freely’nin İstanbul, Topkapı Sarayı ve Harem üzerine yazdığı Türkiye’de ünlü kitaplar da vardı.

O gün Müslümanlar için Cuma namazı saat 12:30 gibi başlayacaktı. Hamra Sünni mezhebine mensup olanların ağırlıklı olduğu bir semt. Otelimin yakınında da bir cami olduğu için uzağa yürümeme gerek yoktu. Varınca odama çıkıp giyindim, yürüyerek 5 dakika mesafedeki camiye gittim. İçerisi yavaş yavaş doluyordu. Hocanın cübbesi, sarığı, namaz kıldırış ritüelleri ve duaları Türkiye’dekilere çok benziyordu. Saat gelince cami doldu taştı, dualarla beraber yaklaşık 45 dakika sürdü. Vaazda, az buçuk Arapçamla hocanın Ramazan sonrası kötülüklere sapmama yönünde telkinler verdiğini anlayabildim. Dualardan sonra camide yürürken önümden geçen hocaya başımla hafif bir selam verdim o da aynı şekilde karşılık verdi.

Otele döndüğümde şoför arabasıyla gelmiş, lobide hazır bekliyordu. 14’de yola çıktık. İlk durağımız kuzeyde Suriye sınırına yakın Trablus (Tripoli) şehriydi. Yol bir buçuk saat kadar sürdü, Cuma günü haftasonu olduğu ve birçok kişi tatil için şehir dışına çıkmayı tercih ettiği için yollar kalabalıktı, trafik ağır ilerliyordu. Beyrut’a yarım saat mesafede Jouniyeh’te dağa turistleri taşıyan teleferiği gördüm. Burada, denize nazır Jeitta Grotto isimli ünlü bir restoran var, akşam yemeği için ideal. Trablus yönünde yanımızdan Tartus plakalı Suriyeli birçok araç geçtiği için şoföre sebebini sordum. Meğer Suriye-Lübnan sınırı açıkmış, çoğunlukla Suriye vatandaşları tatil ya da alışveriş için bu yolu kullanıyorlarmış. Keza Beyrut-Şam arasında da minibüsler işlemeye devam ediyormuş. Yabancılar içinse çok tehlikeli bir geçiş bu, macera için bile katlanılacak şey değil. Suriye tarafına girişte Esad rejime ait asker-polis tarafından alıkonulmak bir yana, insanın başına binbir türlü şey gelebilir, girişi olup çıkışı olmayabilir… Trablus-Tartus arası 60km, arabayla 1 saat 20 dakika. Türkiye’deki Hatay-Yayladağına mesafe ise 215km, 3,5 saat. Bu sahil yolu Türkiye’den başlayıp Suriye-Lübnan hattı boyunca ilerleyip İsrail’den Gazze’ye kadar iniyor. Savaş olmasa geçilip gidilecek, gezip görülecek yerler…

Trablus eski bir şehir, Lübnan’ın dört büyük yerleşim merkezinden biri. Tamamını dolaşmaya vakit olmadığı için şoförün rehberliğinde Türklerden kalan eski çarşıyı, han ve hamamı görmeye gittik önce. 1400lü yıllardan beri faaliyetini sürdüren Han el Sabuni isminden de anlaşılacağı üzere çeşit renk ve tiplerde sabun imal edilen eski bir yapı. Mezopotamya’daki bazı Osmanlı eserlerinde görüldüğü üzere ortadaki havuzun etrafında odacıkların olduğu ana bina yer alıyor. Bakımsızlık, pislik ve yılların verdiği yıpranmışlıktan ötürü yapı harap bir görünümde. Havuz boş ve sular çoktan kesilmiş. Çarşının kemerli sütunlarının arasından geçerken de benzer bakımsız manzaralarla karşılaşıyoruz. Sokaklar çöp, toz ve taş-toprak içinde. İmkanları olan bir belediye tarafından buraların adamakıllı restore edelip temizlenmesi, korunmaya alınması lazım. Şehrin ortasındaki su taşıma ve kanalizasyon sistemi de yine Osmanlılarca yapılmış, hala kullanılıyor.

Trablus’tan 40-45 dakika kadar mesafedeki Byblos’a giderken sağ tarafta kalan güzel deniz manzarasını seyredip biraz da internet bağlantım çektiği kadar haritadan gezebileceğim yerlere baktım. Byblos (Arapça’daki ismiyle Joubeil) şirin, tarihi bir sahil kasabası. Özellikle güzel havalarda, günbatımında kartpostallık fotoğrafların çekilebileceği, kafa dinlemelik sakin bir yer. Arabayı şehrin girişinde park edip Türklerden kalan eski çarşıya girdiğimizde Trablus’un tam zıttı bir manzarayla karşılaştım: Sokaklar temiz, etrafta güzel barlar/kafeler/restoranlar var, insanlar daha güler yüzlü. Yemek için kaleyi ve ana meydanı yukarıdan gören Lokanda a la Grande harikulade. Nefis Akdeniz mutfağının Ortadoğu mezeleriyle zenginleşmiş versiyonu çok kaliteli bir şekilde servis ediliyor. Yoğurtlu yaprak sarma, envai çeşit humus ve salata müthiş. Şoförümle beraber tadımlık birşeyler aldıktan sonra yarım saat içinde dışarı çıkıp şehri dolaşmaya devam ediyoruz. Yanda Romalılardan kalma ünlü Byblos antik kantinin kalıntıları yer alıyor. Restoranın hemen karşısında Osmanlı şehirlerinde görmeye alışık olduğum üzere cami ve kilise yanyana… Sultan Abdülmecid Camii rivayete göre Haçlı Seferleri sırasında Selahaddin-i Eyyubi tarafından yaptırılmış, Osmanlı döneminde sultanın adını almış. Taştan, alçak tavanlı, küçük ana salonu ve bir teras girişi olan cami insanı tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Kapıdaki imam da Türk olduğumu öğrenince iç geçirip Osmanlı zamanındaki günleri yad etti. Sokağın biraz yukarısında Katolik Maronilere ait kardinallik, yurt ve idare binası var.

Byblos’a ikinci gidişim kalabalık bir Türk turist kafilesiyle beraber oldu. Bu sefer kaleyi de gezme fırsatım oldu ve buradan şehrin hem de deniz tarafınına harika birer panoramik manzarası olduğunu keşfettim. Yakında bulunan Al Bahr (Denizüstü) restoranda nefis Lübnan mutfağı mezeleri ve Çipura balığı yedik öğle üzeri. Rehberimiz bize Fenikeliler başlayıp, Roma ve Kartaca’ya kadar uzanan tarihini ilginç anlattı bu yerleşim merkezinin. Fenike kökenli olan Kartaca kralı Annibal’in Romalılardan kaçarken sığındığı Anadolu’da, Gebze yakınlarında kıstırılıp hayatına son verildiğini belleklerimizde tazeledik. Anlatıldığına göre en az 200 senedir bu bölgenin ahalisi hiç değişmemiş, sokaklar hep aynı yapıda ve stilde korunmuş. Eskilerden olan yerli halk arabayla bir yere gidiyorsa karşı istikametten gelen yabancılar âdet üstüne ona yol verirmiş. Otobüsün bizi bıraktığı yerden şehir merkezine yürürken solda taş bir evin üzerinde yaşlıcan bir kadın Türkçe konuştuğumuzu duyunca bize seslendi “Türk müsünüz” diye. Biraz Türkçe, biraz Arapça konuşarak anlaştık, hâl-hatır sorduk. Aslen Byblos’lu olan bayan zamanında Ankara’ya gidip bir süre orada kalmış, Türkçeyi o şekilde çat-pat öğrenmiş.

IMG_3857

Beyrut’la Byblos arasındaki Jounieh isimli beldeye Lübnan’ı üçüncü ziyaretimde görme fırsatı buldum. Tur otobüsüyle sabah 9 gibi çıktığımız Hilton Metropolitan otel’den bir saat içinde Jeita Grotto adı verilen enfes sarkıt mağaralarının olduğu turistik beldeye vardık. Burası 19. yy’da bir Amerikalı seyyah tarafınfan tesadüfen keşfedilmiş. İçerisinin ne kadar geniş olduğunu ise civar köyden aldığı bir tüfekle atış yapıp sesin yankısını dinleyerek anlamış… Dışarıdan bir tünelle girilen mağaranın içinde yürüyüş için demir bir yol ve korkuluklar var. Değil fotoğraf çekmek, içeriye sokmak dahi yasak. Büyün kamera, telefon, iPad gibi cihazlar girişteki kilitli dolaplara konuyor dönüşte almak üzere. İçerideki manzara hakikaten olağanüstü… Kesif bir rutubet tabakası da olduğunu da eklemek lazım, zira özellikle yukarı tarafta çıktıkça nefes darlığı çekenler için zor bir durum yaratabiliyor. Güneş ışığı ancak kapıya yakın olan kısma sirayet edebiliyor, mağaranın geri kalanı lambalarla aydınlatılıyor. Jeito Grotto’ya önce bir teleferikle, oradan da küçük bir trenle çıkılıyor.

İnişte otobüse binip Jounieh sırtlarında Harissa’daki ünlü Meryem Ana heykelinin bulunduğu tepeye çıktık. Burası Jounieh Körfezi’ni kuşbakşı gören harikulade manzaraya sahip bir mekân. Hristiyanlar için kutsal bir yer, çıkıp heykelin ayaklarını öpen ve el sürüp dua edenler oluyor. Aşağısı ağaçlık olan serin ve ferah bu tepeden Beyrut ve Byblos’a kadar çevreyi 180 derece görebilmek mümkün. Kuzeybatı istikametinde kalan Kıbrıs’ı adasının Cape Greco burnu Lübnan’a 70 mil mesafede, en yakın olan nokta. Tepeden çıplak gözle baktım ama denizin üzerinde buğu/sis tabakası yüzünden Kıbrıs’ın karaltısını seçebilmek mümkün olmadı.

IMG_3842

Byblos’tan çıkıp saat 7 civarında Beyrut’a geri dönmek üzere yola koyulduk. Sağda yine güneşin batışına doğru daha da güzelleşen sakin bir deniz vardı. Şehrin merkezine yaklaştığımızda trafik yoğunlaştı. Downtown’daki binalar ışıklandırılmış, şık kafe ve caddeler tüm güzelliğiyle öne çıkmış, insanlar yavaş yavaş akşam yemeğine inmeye başlamıştı. Mir Majid Aslan Cad.’den geçip Hamra’nın ara sokaklarından otele vardığımızda saat 8 buçuk olmuştu.

Lübnan’a ikinci seyahatimde Byblos’tan dönünce duş alıp aşağıya indim ve bir taksiye atlayıp doğru Beyrut’un dünyaca ünlü müzikholü “Musichall”a gittim. Burası İzmirli Rum bir aileden gelen Michel Elefteriades tarafından kurulmuş bir açıkhava sahnesi. Yazları her akşam dünyanın heryerinden binbir çeşit müziğin seslendirildiği, onbeşer dakikalık aralarla solo ya da grup performansçıların sahne aldığı bir gece kulübü. İstanbul’daki Günay’ın bir versiyonu gibi. Dubai’de aynı tarz bir şubesi olan Musichall’da sahne alan şarkıcılardan birkaçını tesadüfen Dubai’de birkaç hafta önce gittiğim Amerikan Üniversitesi’nin sahur davetinde de dinlemiştim. Keza üniversitenin sahibi ve başkan yardımcısı Lübnanlı, karısı da ünlü Lübnanlı şarkıcı Julia Boutros idi. Musichall’da masa ayırtmadan Cuma akşamı yer bulmak zor olsa da ve hatta otel resepsiyonundan “gitmeyin yer bulamazsınız” deseler de dinlemeyip gittim, iyi de yapmışım, çünkü sahneyi süper gören bar kısmına rezervasyonsuz da kabul ediyorlar. Minimum harcama tutarı $90, içecekler dahil. Yiyecekler için ekstra ücret ödeniyor. Mini hamburgerlerden oluşan akşam yemeğimi söyledim. Sahnede jaz müzik yapan bir grup vardı ilk, daha sonra Arap, Afrikalı, Avrupalı başka sanatçılar da çıktı. Saat 12’ye doğru mekan tamamen doldu, herkes çok şık, kadınlar son derece alımlı ve bakımlı. Hareketli parçalarda herkes eller havaya, oynama modunda. Türkiye’deki popüler mekanlardan farksız, harikulade dekorasyon, servis iyi. Yazın 28-29 derece gibi ılıman bir Temmuz akşamında açık havada yapılacak en iyi aktivite!

Gece saat 1:30 civarında ortamın tavan yaptığı sırada ertesi güne biraz daha zinde kalkmak için mekândan ayrılıp taksiyle otelimin yolunu tuttum, ücret 15 dolar. Duş alıp yattım, sabah erken kalkıp biraz daha etrafı gezmek için. Kalkınca kahvaltının ardından Hamra sokaklarında sabah serinliğinde yürüyüşe çıktım. Yakındaki Café Younes şirin, küçük bir sokak kafesi. Yan sandalyeye kıvrılmış kedinin masumiyetine bakıp dururken şekersiz bir Türk kahvesi aldım, etraftan geçenleri biraz seyrettim. Otele dönünce takım elbisemi giyinip hazırlandım, aşağı inip resepsiyondan çağırttığım taksiye atlayarak yaklaşık bir saat mesafede, Cebel-i Lübnan’da (Mount Lebanon) bulunan Dürzi düğününe, arkadaşımın davetlisi olarak katılacağım ve belki de bir daha şahit olamayacağım düğüne gittim. Gündüz 12’da başlayan düğün eğlencesinden kalktığımızda ertesi gün sabah saat 1-1:30 civarıydı. Arkadaşlarla iki araba arda arda dağdan aşağıya yolu kaybede kaybede, maceralı bir şekilde şehre indik. Buluşmayı kararlaştırdığımız club’ı bulamadık, ara sokaklarda döne dolaşa kendimizi Mar Mickael’de bulduk. Burası Beyrut’un Ermeni mahallesi; restoran ve eğlence mekanlarıyla meşhur, İstanbul’daki Asmalımescit’e yakın tarzda bir yer. Saat 3’e yaklaşırken arabaları park etmek bir sorun, girip-çıktığımız mekanların kapanmaya başlaması ve boşalan sokaklar ayrı bir sorundu. En sonunda birbirimizi kaybedip bir İsviçreli, bir Alman ve ben üç arkadaş bir bar bulup birşeyler içmek için oturduk, muhabbet ettik. Latin müziği çalan bir mekânda diğer grupla buluşmak için sözleştiğimiz halde herkes bir tarafa dağıldığı ve mekanlar kapandığı için biz de vedalaştık. Ertesi sabah erken kalkıp beş arkadaş uzun bir tura, güney sahillerine doğru yola çıkacaktık…

Arkadaşlarımın kaldığı Hotel Meshmosh Mar Mickael’e yakın, Gouraud cad. üzerinde, Ortadoks Patrikhanesi’nin arkasındaki ara sokaklardan birindeydi. Evvelsi gün beni kuzey turuna götüren aynı şoför sabah 9:30’da bu sefer beş kişilik büyük bir araçla gelip beni otelimden aldı ve oraya götürdü. Serin ve güneşli bir Pazar sabahnda Gammeyzeh mah.’ne girdiğimize etrafta kimsecikler yoktu. Tek tük insanlar balkonlarda oturmuş konuşuyorlardı. Otele giriş için merdivenlerin üst tarafında park edip aşağıya yürüdüm. İki tarafı ağaçlık sokak dokusu, rengarek, şirin Akdeniz tipi evler insanın içini açıyordu. Otelin lobisine girince resepsiyonda oturan Alman kıza arkadaşlarımla buluşmaya geldiğimi söyledim, içeri buyur etti ve salondaki kahvaltı masalarından birine oturabileceğimi söyledi. Bu arada tedsadüfen Türk bir başka ziyaretçi aşağıya inmiş, İstanbul’dan geldiğimi duyuncca yanıma gelmişti. Biraz sohbet ettik, o esnada Meksikalı arkadaşım Nelly aşağı indi. Lobi şirin, sıcak bir ortamdı, burası bir pansiyondu aslında. Yan masada iki Amerikalı kız daha oturuyordu. İnsanın o rahat, samimi, ev gibi ortamı görünce burada bir gün değil birkaç hafta kalası geliyordu…

Nelly’den sonra Amerikalı arkadaşım Eileen de bir-iki dakika içinde aşağı indi ve beraber masaya oturup hızlıca kahvaltı ettiler, hatta bana da ikram ettiler ama otelimde sabah yemiş olduğum için almadım. Bize katılan Amerikalı diğer arkadaşım Moira ve sevgilisi geldiler. Çantaları alıp beraber taş merdivenli sokağa çıktık, yukarıda bizi bekleyen arabamıza binip Beyrut’tan güneye Sayda (Sidon) ve Sur (Tyre) şehirlerine doğru yola koyulduk. Moira daha önce Nepalli arkadaşımız Tilaq’ın Sur’daki evinde kaldıkları için oraya ekonomik bir yoldan gidip kalan eşyalarını almak istemişti. Bir gün önce düğünde Tilaq’la sözleşmiş, Sur’da buluşmak üzere saat belirlemiştik.

Beyrut’tan güneye giden yolun sol tarafı çayır-çimen, maki dokusu ve seyrek ağaçlarla bezenmiş, Akdeniz bitki örtüsünün hâkim olduğu tepelik, dağlık bir alandı. Sağıysa yer yer plaj ve kayalıkların olduğu sahil şeriydiydi. Fazla lüksü olmayan, tek tük yapılara rastlanan bu yol ikişer şerit gidiş-geliş olarak Sur’a kadar devam etti. Ben ön koltukta oturuyordum, radyo kanalları arasında gidip-gelip neşeli müzikler bulmaya çalışıyordum arada. Beyrut-Sayda arasında Kıbrıs Rum radyo istasyonlarını net olarak dinlemek mümkün. Kıbrıs’ın güneydoğu sahilindeki Cape Greco (Aya Napa’ya yakın burun) Lübnan’a 70 deniz mili mesafede, Sayda taraflarında bu mesafe 100 mili geçiyor. FM yayınlarının kapsama alanı en iyi hava şartlarında ufuk çizgisiyle sınırlı olmasına rağmen (max. 100 mil) Rum radyoları rahatlıkla dinlenebiliyor. İlk durağımız Sur yolu üzerindeki bir pastane/kafe olam Chemsine. Yolu bulmamız zaman alıyor, Tilaq’la telefonla konuşurken bir yandan şoföre yol tarif etmeye çalışıyoruz, herkes bir şey söylüyor “orda mı buluşalım, yok hayır şurası olsun, orayı bulamayız, şurası daha uzak” gibi bir sürü laf kalabalığı dönüyor. Sonuçta Moira ve sevgilisinin Tilaq’la evvelsi gün buluştukları Chemsine’de karar kılıyoruz.

IMG_4704

Burası ünlü bir pastaneler zinciri. İçerisi enfes baklava, kurabiye, envai çeşit başka tatlılar ve bir sürü pide, çörek, açma tarzı muzur yiyeceklerle dolu… Öğle saati olduğu ve atıştırma kahvaltıyla durulduğu için herkes bir anda atlıyor. Nelly Meksika’ya götürmek üzere iki koca tabak karışık baklava yaptırdı. Ben de ortaya birkaç dilim baklava ve içi zahterli, peynirli nefis susamlı bir pide söyledim. Şoförümüze de çay ikram ettik. Bu arada Tilaq da geldi. Dışarıda oturup hem biraz soluklandık hem de karnımızı doyurduk. Bir yarım saat kadar sonra da iki araba Tilaq’ın evine gidip Moira’ların eşyalarını aldık, arından Tilaq’a veda edip daha güneye Sur’a doğru yola devam ettik. Sur tarihi sokakları, çarşıları ve nefis denizi olan güzel bir tatil kenti. İsrail sınırına 20km mesafede, en yakın Yahudi yerleşim yeri Roş Hanikra. Gitmek istesek bile mümkün değil çünkü Lübnan-İsrail sınırı kapalı, her iki tarafta askerler var, arada da BM Barış Gücü. Yalnız özel izni olan ya da tanıdığı bulunan gazeteciler görebiliyor.

Sur’da şoförümüz bize etrafı gezdirdi, eski bir Maronit kilisesini gördük, sokakta biraz yürüyüp hava da sıcak olduğu için deniz kıyısında tesadüfen güzel bir beach club bulup oturduk. Sahil kesimi dar ve kayalık olmasına rağmen denize giren çoktu. Ben, Nelly ve Eileen cafe kısmına oturup soğuk birşeyler içerken Moira ve sevgilisi o fırsattan istifade denize girdiler. San Francisco’da oturuyorlar ama Lübnan’daki denizi daha çok sevdiler… Ben de inip biraz ayaklarımı soktum. Eileen’in mayosu yanında olmadığı için denize giremedi, onları yalnız bırakıp girmedim. Biraz oturduktan sonra kalktık, şoförümüzle arabaya binip yakındaki UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki antik şehrin kalıntılarını görmeye gittik. Tek tük turistlerin olduğu bu şehirde Roma ve Bizans dönemlerine ait sokak, hamam, ev ve dükkanlarla, zafer takı bulunuyor. Hipodrom ise şehrin tam ortasında. Bütünüyle ayakta kalamasa da bazı duvarları hala sağlam, gladyatör ve hayvanların saklandığı bölmeler halen ayakta. Serin olduğu için bu odalardan birine girip oturduk, biraz soluklandık, sohbet ettik. Eskiden burada neler yaşanmış olabileceğini hayal ettik, dinlendik… Sonra kalkıp yürüyerek geldiğimiz yoldan geri döndük.

Sur’dan çıkışta istikameti Sayda’ya verdik. Arabayla 40 dakika süren yolun ardından, şehir merkezindeki bir kafenin önünde park edip sahil tarafındaki ünlü Deniz Kalesi’ne geçtik. Karaya iskeleyle bağlı olan bu ada Sayda’yı panoramik olarak görmeye olanak sağlayan hâkim bir noktada. İçeride kale duvarlarına çıkan merdivenlerden geçip ana hole girdiğimizde yanımızdan geçen satıcı çocuklardan iki dal gül alıp sıcak ve romantik bu ortamda arkadaşlarım Nelly ve Eileen’e hediye ettim. Sevindiler 🙂 Dışarıya çıkıp fotoğraf çektik, gülüştük, manazarayı seyre daldık. Hatta bir ara denize girmeye kalktılar ama mâni oldum, bilmediğimiz bir yerdi ne de olsa. Açıktaki bir adacığa yanımızdan geçen tekneler turist taşıyordu. Vaktimiz olsa gidebilirdik ama günün de yorgunluğuyla herkes Beyrut’a dönmek niyetindeydi… İkinci gidişimde de kaleyi annem ve arkadaşımızla gezdik, fotoğraf çektik. Ardından Sayda’daki çarşıyı da gördük ama içler acısı halde pis ve bakımsız olduğu için fazla oyalanmadan ayrıldık.

Lübnan’a bir sonraki seyahatimde Sur’u tekrar ziyaret etme fırsatı buldum. Beyrut’ta kaldımız otelden sabah benimle beraber annem ve arkadaşımızı alan şoför Beiteddine, Deyr El Kamer ve Sayda’dan sonra öğleden sonra 3:30-4 gibi bizi Sur’a getirdi. Sahilde Point 79 adlı bir kafede pizza yedik ki lezzetliydi, ardından ilk gezimdeki gibi şehir turu yaptık. Bu sefer dış mahelleleri de kapsayacak şekilde büyük bir daire çizdik; Şii ve Hristiyan mahallelerinden geçtik, maalesef aradaki temizlik ve intizam farkına şahit olduk. Sahil yolunu takip ederek yine ilk gezimde gittiğim beach club’a uğradık, bu sefer tabi daha tenhaydı. Notre Dame Maronit kilisesinde tesadüfen bir ayin yapılıyormuş o sırada. Dışarıdan sesi duyunca merak ettik, girip 2-3 dakika oturduk. Saat 5 sularında 25km güneyde, İsrail sınırına en yakın Nakoura kasabasına gitmeye vakit kalmadığını gördük ve hava da artık kararmaya başladığından taksimize atlayıp Beyrut’un yolunu tuttuk.

fe1beece-6831-4075-b4b8-bbf526714989

Yol üzerinde Güney Lübnan’ı kontrol eden Hizbullah mahallelerinden geçtik. Her yerde Hasan Nasrallah ve örgütüne bağlı adamların resimleri, flamaları vardı. Burası Lübnan ordusunun tam denetim sağlayamadığı ve özellikle 2006’daki İsrail-Lübnan savaşı sonrasında Hizbullah’ın hakim konumda geçtiği, Suriye iç savaşıyla birlikte varlığını daha da pekiştirdiği bir bölge. Etrafta durmadan, kimseyle fazla haşır neşir olmadan hızlıca yolumuza devam edip Beyrut’a doğru ilerliyoruz. Yer yer Lübnan ordusunun kontrol noktalarınan geçiyoruz.

Beyrut şehir merkezinde denize girilecek bir plaj olmadığı için yol üzerindeki Khalde’de şoförün bize tavsiye edebileceği bir yer aradık. Plajlar ya dolu ya uzak ya da hijyenik olarak rahat değildi. Sur’da ya da Sayda’da denize girseydim keşke diye düşündüm… Saat de akşam 7’yi geçtiği için herkes gidip bir rahatlasın diye şehire döndük. Akşam ışıklar yandığı zaman Beyrut bir başka güzel oluyor, hele ki yolunuz Downtown’a ya da Gemmeyz’e düştüyse. Dar sokaklardan geçip Nelly ve Eileen’i otellerine bıraktık. Noira ve arkadaşı ayrıldılar. Şoförle 80 dolara anlaştığımız halde tüm günü bizimle geçirdiği için daha fazla ücret talep etti. Biz de çok ısrar etmeyip 100 dolar verip anlaştık. Yolda Nelly ve Eileen aynı okuldan Lübnanlı arkadaşımız Mahmoud’un “Ajami” isimli bir restoranda yapacağı akşam yemeği toplantısına ısrarla beni de davet ettiler. Yorgun olduğumu söyleyip otele gitmeye karar verdim. Şoför beni otele bıraktığında saat 7:30 olmuştu. Duş alıp giyindim, dışarı çıkıp arkadaşım Jana’nın tavsiye ettiği Roma cad.’ndeki Dar Bistro, Salon Beirut ve daha ilerdeki Bagatelle Restoran’a uğradım. Şık, salaş, küçük-büyük her tür mekânın olduğu Hamra’daki ara sokaklarda dolaştım ama nereye gireceğime bir karar veremedim. Bliss’teki Taj Al Mulouk dondurmacısına gidip ünlü limonlu dondurmasından yedim. Bu arada Nelly bana WhatsApp’ten mesaj yazıp herkesin beni sorduğunu, niye gelmediğimi sordu ve gidecekleri adresi yazdı. Katılmaya karar verdim. Düğünü yapan arkadaşım Samer Beyrut’ta Über’in iyi çalıştığını söylemişti, hakikaten de öyle oldu. Sokak taksilerinin üçte biri fiyatına hızlıca bir Über gelip beni Mar Mitra cad.’sindeki Diwan al Sultan İbrahim restoranına götürdü. Bu restorana Lübnan’a üçüncü seyahatimde Türk grubumuzla da akşam yemeğine gittik, gayet lezzetli yemekler eşliğinde keyifli bir akşam geçirdik. Yemek için ayrı, tatlı ve acı Lübnan kahvesi için ayarı birer masa hazırladılar bize 🙂

IMG_3869

Restoranda düğündeki arkadaşalarımızın hepsi vardı. Geleneksel Lübnan mezelerinden oluşan nefis başlangıçlar bizi doyurmaya yetti de arttı bile.  Lübnan rakısı Arak da cabası… Sürpriz olarak da o akşam Eileen’in doğumgününü kutladık, meğer davet etmesinin sebebi o imiş. Büyük, dörtgen bir masanın etrafında oturuyorduk. Sohbet okulumuzun dekanı James Stavridis’e de geldi. ABD başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton’dan yana duran dekanımızın siyasi görüşleri, Fransa’daki mezunlar buluşmasında yaptığı konuşma ve genel duruşu hakkında çeşitli yorumlar yapıldı. Bana Türkiye’deki son durum ve hükümetin dış politakası hakkında, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi üzerinde sorular yöneltildi, tarafsızca cevaplamaya gayret ettim. Tatlılardan tadıp ertesi gün erken gidecek olanlarımız olduğu için de çok geç olmadan kalktık ve otellerimize dağıldık. Aramızda bir tek Mahmoud Lübnanlı olduğu ve Beyrut’ta yaşadığı için onun evinde kalıp giden bir-iki kişi daha vardı. Gece havası harikulade, şehir güzeldi… İnsanın burayı bırakası gelmiyordu. Nelly ve Eileen tatillerini 2 gün daha uzattılar.

Dört gün hızlıca geçip gidiş günü geldi çattı. Ertesi sabah kahvaltımı edip, bavulumu topladım. Dubai’den arkadaşım Antoinette’le buluşmaya vaktim olmadı, zira şehrin öbür tarafında kalıyordu. Otele bir taksi çağırtıp havaalanının yolunu tuttum vakitlice, şehirde trafik özellikle de sabah saatlerinde yoğun oluyordu. Check-in yapıp güvenlikten geçtim, uçağımız da zamanında kalktı. Dönüş yolunda Kıbrıs’ın siyasi tarihi ile ilgili okuduğum İngilizce kitabı bitirdim…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close