Yaz
Meis adası Türkiye’ye en yakın mesafedeki Yunan adasıdır, elinizi uzatsanız tutulacak gibi gelir. Kaş’a Antalya yolundan gelirken denize paralel dağ yolları üzerinden adaya hakim dik, kayalık tepeler görünür. İki yakası Türkiye sahillerine doğru uzanarak bir hilal gibi Kaş’ı kucaklamak istemektedir sanki. Kalkan tarafından gelirken ise önce çevredeki bitişik ada, adacık ve kayalıklar görünür. Akdeniz gibi açık bir denizde, gece karşıda karanlığın hakim olduğu yerde insan bir adayla karşılaşınca, hem de bu kadar yakın olunca şaşırır. Orası neresidir, kimler oturur, nasıl bir yerdir, gidilip görülebilir mi merak eder. İstanbul Caddebostan sahillerinden lodos esen açık bir günde bakınca Kınalıada’nın göründüğü gibi görünür. Radyo açıksa bazen Yunan müzikleri dinlenebilir. Kaş’tan ve Meis’ten hergün motorlar kalkar, iki kıyı arasında insan ve yük taşır. Hepi-topu 12 km2 yüzölçümüne sahip Meis’in nüfusu bir zamanlar 20.000’i bulurken 2. Dünya savaşından sonra yaşanan göçlerle 300-400’e kadar düşmüştür. Atina’ya 354 mil mesafede, en yakın Yunan adası Rodos’un 70 mil, Anadolu sahillerininse sadece 1 mil uzağındadır.
Burayı benim nasıl keşfettiğime gelince, Meis’i eskiden beri duyardım ama önemsiz bir yer olduğunu düşünüp pek merak etmemiştim açıkçası. Rodos, İstanköy gibi diğer tatil beldelerinin yanında biraz ismi sönük kalmıştı zihnimde. Antalya’da askerliğimi yaptıktan sonra Kaş’a yaptığım günübirlik ziyarette Meis adasını ancak uzaktan görebilmiştim, hem yanımda pasaportum yoktu hem saat geç olmuş, günübirlik tekneler çoktan kalkmıştı.
Meis’i ziyarete gitme fikri, üzerine tez yazdığım 2014 yılı başlarında tekrar ortaya çıktı. ABD’de Uluslararası İlişkiler alanında Tufts Üniversitesi The Fletcher School’da master yaptığım o senenin Nisan ayında bitirme tezim olarak güncel siyasi bir konu seçmek için araştırma yaparken, pek de bilinmeyen Meis adası konusu ile ilgilenmeye başladım. Son yıllarda Akdeniz’de keşfedilen yeraltı enerji kaynakları sebebiyle Münhasır Ekonomik Bölgeler önem kazanmış, kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Kıbrıs, İsrail, Mısır bu konuda uzun mesafeler katetmiş, kamuoyunda en yakından takip edilen ülkelerdi. Meis adası, konumu ve statüsüyle Türkiye ve Yunanistan arasında eskiden beri gizliden gizliye sürtüşme yaratan, yer yer ihtilafa sebep olan, kendisi küçük ama etkisi hayli büyük bir yer idi. 2009 yılında Meis’e bitişik Ro adacığında Ege’deki Kardak kayalıkları benzeri bir kriz ortaya çıkmıştı. Konu üzerine derinlemesine araştırmalar yaptım; yerli ve yabancı kaynaklardan meselenin hukuki, coğrafi, askeri ve jeopolitik boyutlarını inceledim. 52 sayfalık bir tez yazarak Temmuz 2014’de savunmamı verdim ve Şubat 2015’te mezun oldum. Herhalde Meis üzerine yazılan ilk ve tek master tezi benimki idi… Eskiden beri okumak istediğim, iş hayatının yoğunluğu arasında fırsat bulamadığım Uluslararası İlişkiler alanında nihayet iyi bir okuldan derece almıştım. Kafamda en yakın zamanda Meis’e gidip, bu şirin, sakin ve renkli komşumuzu görme fikri vardı. Bunu ancak iki buçuk yıl sonra, Temmuz 2017’de gerçekleştirebilecektim…
Otel rezervasyonumu Backup üzerinden yaptırıp Ağustos ayı başında Antalya’ya gidiş-dönüş bileti aldım. Pegasus Havayolları’yla Dubai’den İstanbul aktarmalı olarak Dalaman’a indiğimde saat öğlen 12:30’a geliyordu. Kaş Shuttle servisinin gelmesini beklerken çıkış salonun karşısındaki kafeteryada oturup biraz soluklandım. Radyo’yu açtım. Türk radyolarını, “Ege’nin Sesi” gibi Dubai’de adını-sanını artık unuttuğumuz memleket türkülerini dinlemek keyifli geldi; birden başka bir yere, ülkeme geldiğimi hissettim. Rodos adası yakın olduğu için çok sayıda Yunan radyosu da rahatlıkla dinlenebiliyordu. Saat 1’de servis geldi, bavullarımı teslim ederek bindim ve Kaş’a doğru yola çıktık. 2,5 saatlik yolda bir mola verdik. Yol Fethiye’ye kadar iyi, sonrasında virajlı ve engebeliydi. Kalkan-Kaş arası da zor bir yoldu. Özellikle Kaputaş Plajı tarafında yol kenarına park etmiş araçlar sebebiyle trafik sıkışıyordu. Kaş ilçe merkezinde inip, elimde bavulla, biraz da etrafa sorarak yukarıya Jandarma’nın oradaki Livia otele çıktım. Resepsiyon’da check-in yapıp odama yerleştim. Otelin lokasyonu gerçekten çok iyiydi laf arasında, oda da konforlu ve rahattı. Hemen eşyalarımı alıp aşağı, sokağın karşısındaki Küçükçakıl Plajı’na indim.
Kaş’ta deniz derin, sahil dik kayalık. Plaj dediğimiz yerler dar, taşlık yerler ya da mağara oyukları. Küçükçakıl’da bir de üstüne deniz soğuk, girip biraz açılınca insanın ayağı yerden kesiliyor, dip görünmez oluyor, koyu lacivert 20-30 metre arası bir derinlik var. Burası sakin sakin yüzüp yolun yorgunluğunu atmak için ideal bir yer. Popüler bir nokta olduğu için denize girip-çıkarken, yüzerken etrafınız insanlarla dolu oluyor. Büyükçakıl Plajıysa Derya Beach Club’ın olduğu bu mevkiden arabayla 5-10 dakika mesafede, jandarmanın karşısından kalkan taksilerle rahatça ulaşılabiliyor. Orada deniz daha dalgalı, sahildeki taşlar daha iri ve sivri. Ayakta koruyucu kılıf ya da terlik yoksa sıcak havada pişmiş taşlar can yakabiliyor, dikkat…
Akşam otelin karşısındaki yokuşun üzerinde bulunan Kaş Ev Yemekleri restoranında nefis mezelerden oluşan bir menü aldım. Yanındaki Deja Vu da güneş batımını seyretmek için harikulade bir mekan. Her ikisinin de balkon kısmından Meis adası, Kaş’ın arkasındaki dağlar ve sahil kesimi görülebiliyor. Işıklar da yanınca tadına doyum olmayan muhteşem bir manzara…
Yemekten çıkışta aşağıda meydanın hemen girişindeki Meis Express firmasının ofisine giderek ertesi gün için sabah 10 gidiş akşam 23 dönüş olmak üzere bir bilet aldım. Haftada iki defa Çarşamba ve Cumartesi günleri yapılan gece dönüşlü seferi tavsiye ederim, çünkü 16’da dönen tekneye binerseniz indi-bindi ve gümrük işlemleri de biraz sürdüğü için adayı tam olarak gezip görmeye zaman kalmıyor. Ben aynı zamanda İngiliz vatandaşı olduğum için Yunanistan’a vizesiz gidebiliyorum, o işi de dolayısıyla kolayca hallettim, pasaportumu teslim edip yukarı tekrar otelime çıktım. Ertesi sabah erken kalkıp hazırlıklarımı yaptım; aşağıda otelin bahçe kısmında nefis serpme kahvaltımı yaptıktan sonra çantamı alıp meydanın bitişiğinde, sol taraftaki gümrüklü alanın önüne geldim. Önceleri tenha olan bu alan saat 10’a doğru yavaş yavaş dolmaya başladı, bulabilenler banklara diğerleri etraftaki taşlara oturdu, bazılarıysa ayakta beklemeye başladı. Günübirlik seyahate gidenler gibi bavullarıyla gelen Türk ve yabancı turistler de vardı. Gümrük polisi henüz gelmediği için kapı açılmamıştı. Tellerin arkasındaki rıhtımda Meis Express ve Kahramanlar isimli iki firmanın tekneleri kıçtan-kara bağlıydı. Nihayet saat 10 gibi bir polis geldi, önce Kahramanlar teknesindeki yolcuların isimlerini teker teker söyleyerek pasaportlarını teslim etti ve gemiye yönlendirdi. Bizim teknenin polisinin gelmesi bir 10-15 dakikayı daha buldu. Pasaportumu aldım, teknede üst kata çıkıp oturdum. Saat 10:30 gibi hareket ederek Kaş’tan ayrıldık.
Hava açık ve deniz sakindi. 20 dakika süren yolculuğun ilk 10-15 dakikası Türk karasularında son 5-10 dakikası Yunan karasularında geçti. Adaya yaklaşırken teknenin seren direğine Yunan bayrağı çekildi. Dürbünümle üst güverteye çıkıp puntellerin gerisinden Meis’i seyretmeye ve fotoğraf çekmeye başladım, kısa süre içinde birçok kişi çıkıp hatıra fotoğrafı çekmeye başladı, etraf doldu. Etrafı rahat görebilmek için güverteye erken çıkmakta fayda var.
Liman ağzının sol girişinde kubbesi ve minare külahı kırmızı boyalı bir bir mescit göze çarpıyordu. Eski bir balıkçı kasabası olan Meis’in ilçe merkezindeki bitişik nizam binalar boydan boya legodan evler gibi rengarekti, birden Kaş’tan çıkıp küçük başka bir dünyaya girmiş gibi olduk. Dürbünle sırtlardaki dik kayalıklara bakınca kayalara boyanmış Yunan bayrakları ve altında Yunanca “Ellas” (Yunanistan) yazıları dikkatimi çekti. Bizim Lefkoşa’da Beşparmak Dağları’ndaki KKTC bayrağı ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısını andırıyordu.
Biraz daha yaklaşarak koydan içeri girince solda mescidin ilerisinde rıhtıma bağlı bir Yunan hücumbotu göründü. P-22 borda numaralı botun ismi HS Mikonios idi. Elefsis tersanelerinde inşa edilen bot 2006’da modernizasyona tabi tutulmuş, 4 adet Harpoon güdümlü mermi lançeri takılmıştı. Ayrıca baş ve kıçta birer Oto Melara top, yine kıçta iki adeta torpido kovanı vardı. Adanın ilk görüşteki o renkli, sevimli, sakin havasına sonradan yanına gelip incelediğim bu botun yakışmadığını düşündüm. Meis Yunanistan’ın doğudaki en uç noktası ve Türkiye’ye en yakın ada olduğu için bayrak/varlık göstermek maksatlı olarak silahlı bir deniz unsurunun burada konuşlanması düşünülmüş olabilir. Keza adanın dağlık kesiminde bir askeri üs ve radar/iletişim istasyonu da varmış, ki akşam sahilde otururken ve arka sokaklarda yürürken üniformalı bir Yunan askerine ve cipe rastladım.
Tekne kıçtan-kara Meis’e yanaşıp bağlayınca yolcular arka iskeleden inmeye başladı. Pasaport kuyruğundaki 20 dakikalık bekleyişin ardından sıra bana geldi, sahildeki küçük gümrük ofisine girdim. Kapıda bir kadın polis vardı, kuyruk sırasında da bir sahil güvenlik memuru tek tek gelenlerin isimlerini elindeki listede işaretliyordu. İçeride iki gümrük polisi, bir bilgisayar ve bir tarayıcı vardı. Polis güneş gözlüklerimi çıkarmamı istedi, dijital fotomu çekti, pasaportumu tarayıp geri verdi. Hepsi bir dakika sürdü, sürmedi bile. Ofisten çıktım. Kapının sol tarafında esnafın arasında Türkçe-Rumca karışık konuşmalar dönüyordu. Meis esnafı ekseriyetle Türkiye’den alışveriş yapıyor, ada ekonomisi Türkiye’yle olan ticari münasebetlerle dönüyor. Nitekim teknenin arkasına yanaşan market minibüslerine kasalarla Kaş’tan gelen meyve, sebze taşındı. Adada esnaf Türk Lirasını kabul ediyor ama fiyatlar Euro üzerinden ve yüksek kurdan çeviriyorlar. Dolayısıyla her ne kadar yabancı bir ülkede Lira’yla alışveriş yapmak keyifli gelse de, Türkiye’den gitmeden Euro alınmasını tavsiye ediyorum.
Rıhtımın az gerisindeki mescidi ziyaret etmek istedim öncelikle, bir üç-beş dakika yürüyüş mesafesinde. Önünde bir de küçük kafe var, yanından şezlong kiralanıp denize girilebiliyor. 1755’te adadaki küçük Müslüman nüfus ve bir grup yeniçeri için inşa edilen mescit bugün müze olarak hizmet veriyor. Giriş ücreti 3 Euro. Kapıda bir müze görevlisi var, bilet kesiyor, içeride yön gösteriyor. Yanımda Euro olmadığı için görevli biraz sıkılsa da TL’yle bileti satın aldım. İçeride adanın tarihi hakkında slidelar, resim panelleri, objeler, fotoğraflar sergileniyor. Benimle dışımda gezen bir Yunanlı kız ve iki-üç yabancı turist daha vardı. Mescid bakımlı ve temiz durumda, badana-boyası yapılmış, içerisi zevkli döşenmiş. 15-20 dakikalık bir barkovizyon gösterisi de yapıyorlar, iyi organize edilmiş. Adanın eski çağlardan bugüne geçirdiği badireler anlatılıyor. Bir zamanlar şu an boş ve taşlık olan liman arkasındaki mahallede bitişik nizam beyaz boyalı evlerde yüzlerce kişi balıkçılık ve deniz ticareti ile yaşamını sürdürürmüş, halk zenginmiş. Yunan isyanı, ardından gelen savaşlar ve yıkımlarla geçen 120 yıllık sürecin sonunda 1947 Paris Anlaşmasıyla diğer on iki ada ile beraber Meis de Yunanistan’a bağlanmış. Bugün ada eski ihtişamından uzak ama yine de karakterini muhafaza etmiş, bizim bazı güney sahil kentleri gibi beton yığınına dönüşmemiş. Meis adası 1992’de en iyi yabancı film dalında Oscar ödülü alan “Mediterraneo” filmine de ev sahipliği yapmış. Filmin geçtiği mekanlar aynen korunuyor. Aynı isimli otele adanın arka tarafında havaalanının gerisinde kalan yoldan ulaşılabiliyor.
Mescitten çıkınca sahildeki kordon boyunda bir uçtan diğerine yürüyüş yaptım, dükkanlara girip çıktım. Hepsinde bozuk para dahil TL bulunuyor, alışveriş yapınca üstünü de TL olarak veriyorlar. Türkler adaya bir hareketlilik getirdiği için halk memnun, herkes kendi halinde işiyle gücüyle meşgul. Restoranlar, kafeler, büfeler yan yana bitişik nizam renkli kutu gibi iki-üç katlı binaların içinde, dükkan dükkan sıralanmış durumdalar. Önlerine kayık ve tekneler bağlamış. Türklerce en bilinen mekan Ayhan Sicimoğlu’nun Renkler programında da bahsi geçen Lazarakis restoran. Sahibine gidip merhaba dedim, hakkında güzel şeyler duyduğumu söyledim. Teşekkür etti, el sıkıştık. Diğer kayda değer yerler sırasıyla Paragadi, Alexandra, Meltemi ve biraz ileride kilisenin karşısında denize karşı geniş koltukları yerleştirmiş, özellikle akşamüzeri hava kararmaya yakın nefis olan ama adını hatırlamadığım kafe. Meis’i farklı yapan şeylerden birisi buradaki rahat ve gayri-resmi ortam. Sabah gümrükte pasaport kontrolü yapan polisi öğlen bir kafede şort-tişörtle sıradan bir insan gibi kahve içip müzik dinlerken bulabiliyorsunuz. Yürüyüşüme devam edip biraz daha ilerdeki otel ve pansiyonların önünden geçtim, etrafı seyrederek kordonun en sonundaki Meis otele vardım. Burada da şezlong kiralanabiliyor.
Dönüşte adanın arka sokaklarına dalıp yolun gidebildiği yere kadar yürümeye karar verdim. Meis kasabası doğu-batı istikametinde uzanıyor, ana yerleşim yeri Türkiye sahillerine yakın bütün Yunan adalarında olduğu gibi Anadolu’ya bakıyor. Merkezden bir 15-20 dakika yürüme mesafesinde Mandraki limanı var, burası daha sakin, kuytu bir yer. Tekneler demirlemiş, denize giren, güneşlenen, sahilde oturan tek tük turistler var.
Arka sokaklarsa ön tarafın aksine maalesef boş ve bakımsız. Yol kenarlarında kullanılmayan haraç-mezat atılmış alet-edevat, ıvır-zıvır, ağaç parçaları ve çöpler var. Denize girmek için uygun noktalar var ama uzun, kumluk bir plaj yok, hepsi taşlık yerler ya da iskeleler. Ayrıca bu yol çok tenha, sağ tarafı kayalık, nerdeyse meraklı olan benim dışımda hiç kimse yok. Yürüyüş yolunun gittiği en son nokta doğu ucundaki elektrik santrali. Burada terkedilmiş barakalar, mevzi benzeri bir takım beton yapılar ve kullanılıp terk edilmiş aletler var. Önemli bir nokta, burada fotoğraf çekmek yasak, sanırım Türkiye’ye en yakın nokta olmasından ötürü. Adanın doğu tarafı sığlık ve kayalık olduğu için yaklaşma suları olarak seyahat tekneleri tarafından tercih edilmese de Kaş’tan kalkan günübirlik gezi motorları çevredeki adacıkları ziyaret ediyorlar. Burası aslında güzel ama bir o kadar da gizemli bir bölge. İnsanın ilk görüşte Türkiye’ye ait adacıkların nerede başladığı, Yunanistan’ın nerede bittiğini kestirmesi çok zor. Meis’in hemen önündeki Agios Yeorgios (Aya Yorgi), Mavro Poini, Mavro Poinaki ve Agrielia adacıklarını gözle kestirip yerine oturtmak bayağı bir zamanımı aldı çünkü biraz ilerisinde Türkiye’ye mi Yunanistan’a mı ait olduğunu ilk başta kestiremediğim Besmi (Psomi) adacığı, onun biraz doğusunda Bayrak ve Kovan adaları bulunuyor. Bu saydığım adacıkların arasındaki mesafeler öyle yarım mil bile değil, bazılarının arası 100-200 yarda, yüzerken bile birinden diğerine geçmek mümkün.
Dönüş yolunda Horafia mahallesinin içinden geçtim. Burada terkedilmiş Ayios Yeorgios kilisesi ve karşısında bir kafe/restoran vardı. Papazı siyah giysisi içinde orada oturuyordu. Kilise bugün kullanım dışı olsa da dışarıdan bakışta kırık pencereleri hariç büyük ölçüde ayakta kalmış görünüyor. Tarihte bir dönem kullanılmış Yunan bayraklarının yanı sıra çeşitli bölgelere ait flamalar da göze çarpıyor burada, örneğin Kıbrıs Rum Kesimi’ninki. Meis adası diğer on iki adayla birlikte İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı, Atina’daki Yunan kilisesinden ayrılar. Patrikhanenin sarı zemin üzerine siyah çift başlı Bizans kartalı motifli flaması burada olduğu gibi mutlaka kiliselerde asılı bulunuyor, hatta gümrük ofisinde bile Yunan bayrağının yanında görülebiliyor.
Horafia’yı hızlıca dolaşıp çıkışta ana limana gelerek kaleye çıkmanın bir yolunu buldum, ki sanırım kaleye çıkmak için daha az yorucu olan yol bu. Evlerin aralarındaki dar merdivenlerden yokuş yukarı hava da sıcak olduğu için sırtımdaki çantayla oldukça efor sarf ederek, St. Jean Şövalyeleri’nden kalan ve adanın panoramik görüntüsünü sunan kale burcuna çıktım. Burcun kenarların koruganlıklar yok, dolayısıyla kenarda yürürken dikkatli olmakta fayda var. Manzara olaraksa burası muhteşem bir yer: Bir yanda Meis koyu, öbür yanda Mandraki limanı, arka planda Türkiye… Masmavi, sakin bir deniz. Tam bir cennet… Dışarıdan gelen birisi burada, iki adım mesafede iki ayrı ülke olduğunu duysa şaşırır; zaten de şaşırıyorlar turistler.
Kaleden inişte tekrar limana geldim, saat öğlen 2’ye geliyordu ve hayli acıkmıştım. Restoranlardaki fiyatları inceledim, sabah önünden geçtiğim Paragadi’de oturmaya karar verdim. Önünde Türkçe “Burası Paragadi Restoran” yazıyordu. Şef garson buyur etti, Türk olduğumu anlayınca ilgi gösterdi. Menüye baktım. Yunan salatası, tzatziki (cacık), Meis’e özel küçük karides tava ve buzlu bir soda söyledim. Yunanistan’daki cacık bizimkinden biraz farklı olarak meze şeklinde tüketiliyor, kıvamı daha koyu, haydari’ye yakın. Salatada yeşillik, salatalık, soğan, domates ve bir dilim Feta peyniri servis ediliyor. Karides hem hafif hem lezzetli, çıtır çıtır yeniyor… İçeriden ahçı bayan karidesi getirip masama koydu, gülümsedi.
Yemeğe devam ederken arkaya tek yolcusuyla bir motorun yanaştığını gördüm, baktım, adaya gelmeden önce gezi yazılarından okuduğum kaptan Kostas var teknede. Yaklaşıp konuştum, Mavi Mağaraya gitmek istediğimi söyledim, tabi dedi. Zaten yemeğimi bitirmek üzereydim, hesabı ödeyip kalktım, tekneye atladım ve yola çıktık. Meğer Paragadi’deki şef garson Kostas’ın oğluymuş. Kostas renkli bir kişilik, tabi binlerce defa bu yolları gelip geçmiş. Kendisiyle biraz sohbet ettik, adını adaya gelmeden önce duyduğumu hatta televizyonda gördüğümü söyledim, mutlu oldu.
Tekne süratli gidiyor, bir anda su kaydırağında gibi hissediyor insan kendini. Önce Aya Yorgi adacığına gelip yanaşıyor, burada daha önceden bıraktığı yolcuları Mavi Mağara’ya götürmek üzere almak için. Sonra hızlıca adanın doğu yakasına dönüp mağaranın girişine doğru yol alıyor. Teknede oturanlardan üçü Türk, Hatay’dan gelmiş bir çift ve arkadaşlarıydı. Bir de nereli olduğunu ilk başta kestiremediğim bir kız daha var, daha çok Amerikalı’ya benziyordu. Suyun renginden de belli olduğu üzere Meis ve çevresinde deniz derin. Daha doğuda Meis’e bağlı Strongili adacığı bulunuyor, burası Yunanistan’ın doğudaki en uç noktası. Sadece bir aile oturuyormuş. Mavi Mağara’ya gidiş yolu oldukça dalgalı, açık deniz gibi, tekneye sıkı tutunmak gerekiyor.
Girişe yaklaşınca tekne yavaşladı. Çok dar ve alçak olan mağara girişinden geçebilmek için teknede tamamen sırt üstü yatmak gerekiyor, çünkü dalgadan başını tavana vurmak işten değil. Kostas herkesi yatırıyor; arkamda oturan kızla (ki sonradan onun da Türk olduğunu öğrenecektim, tesadüfen) yapışık şekilde yatıyoruz, teknede kımıldamayı bırakın nefes alacak yer yok. İçeri girince zifiri bir karanlık karşılıyor önce bizi, Kostas feneri yakarak gezdirmeye başlıyor yavaş yavaş. Burası bir doğa harikası, tam bir saklı cennet… Mağarada sarkıtlar var. Göz alıştıkça suyun rengi morumsu mavi bir renge çalıyor, etraf seçilmeye başlıyor. En dibe kadar gidiyoruz, o kadar yüksek tavanlı ki, sanki yer altı şehri gibi. Teknedekiler birer birer atlıyorlar, suyun derinliği 15m civarında ama mağara çıkışında birden derinleşiyor. Akdeniz’in bu bölgesi, yani Rodos adasının doğu-güneydoğu tarafları en derin yerler olarak biliniyor, yaklaşık 4500m-5000m civarı. Arkadaki sıradağlar gibi bir o kadar da aşağıda derinlik var…
Mağarada 10-15 dakika kalıp çıktık, güzel bir deneyim oldu hakikaten. Kostas bizi geriye, Aya Yorgi adasına bıraktı. Burası Meis’e bağlı bitişik bir adacık, yüzerek dahi geçilebilecek mesafede. Güzel bir beach club yapmışlar, Kaş’tan Meis’e gelin giden Türk bir bayan da çalışıyor burada, zaten gelenlerin yarısı belki de daha çoğu Türk. Adacıkta küçük bir kilise de var. Club’un üst katında bir kafeterya var, meşrubat ve yiyecek her şey mevcut, yoğun saatlerde genelde oturacak yer pek bulunmuyor yalnız. Arka tarafta duş ve tuvaletler var. Alt kattaki şezlonglardan birini tesadüfi olarak boş bulup eşyalarımı koydum. Üstümü değiştirip denize atladım hemen… Burada deniz sığ ve sıcak, biraz ilerisinde küçük bir kayalık daha var, yüzmek zevkli. Kimse gelip rahatsız etmiyor, herkes kendi halinde, genelde oturup kitap okuyan, güneşlenen ya da uyuyan orta yaşlı bir grup var.
Saat 6’ya kadar Aya Yorgi’de denize girip yanımda getirdiğim dergileri okudum, sonra Kostas gelip bizi aldı ve aynı Türk grubuyla beraber Meis merkeze götürdü, Paragadi’nin önünde indirdi. Denizden tuzlu çıkıp dolaşmayı sevmediğim için üstümü Aya Yorgi’de değiştirip akşama hazırlanmıştım. Gün batımına doğru merkezde tur attım. Meydandaki kafelerden birinde, köşede geniş koltukları olan mekana oturdum. İçeriden güleryüzlü bir kız gelip bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu. Susamıştım, limonlu ve buzlu bir soda söyledim.
Burası akşam vakti harika bir yer oluyor. Sakin havada denizi, Türkiye’yi ve sahile yaklaşan Caretta Caretta’ları seyretmek huzur verici hakikaten. Meis’in arka tarafında bin küsur basamakla çıkılan çevreye hakim bir tepe noktası var, oradan gün batımını seyretmek daha güzel olabilir. Gündüz daha erken bir vakitte orayı keşfetseydim çıkabilirdim ama akşamüzeri tekrar oranın girişini bulup çıkmak için yerimden kalkmadım açıkçası, oturup biraz dinlenmek istedim. Meydanda otururken arkamdan ve yanımdan çok Türk turist geçip resim çektirdi. Bir Yunan askeri de geçerken durdu, yan masadaki tanıdıklarıyla konuştu, sanırım adadaki kara birliğinde zorunlu askerlik hizmetini yapanlardan birisiydi.
Akşam hava kararınca kordon boyunun sol kısmında kalan evler ve motellerde bahçelere yemek masaları ve mangallar kuruldu. Kalabalık Yunanlı aileler gelip oturdular, onların dışında gelen yabancı çiftler de vardı. Saat 8 gibi masalar dolmaya başladı yavaştan. Sahil yolundaki evlerin kimisinin kapısı açıktı, yaşlıca bir bey geçerken selam verdi, çıktığı binanın giriş katında içeriden eski Rumca şarkılardan oluşan Rembetiko melodileri duyuluyordu. Ortam karanlıktı, sahil sakindi, henüz lambalar tam yanmamıştı. Bu arada sahilde köşedeki kafede nefis tatlılar duruyordu vitrinde, bazıları baklavaya benziyordu. Tatlıya düşkün olduğum için içeri girip sordum, bir tane aldım 2 Euro’ya. Hakikaten tadı güzeldi. Tezgahtaki kız Türk olduğumu anlayınca Türkçe birkaç cümle söyledi, uğurladı. Daha sonra aynı mekanda Türkçe şarkılar çalmaya başlayacaktı! Tarkan’ın “Şıkıdım”ı eşliğinde dükkanın önünde, masalardaki Türkler kalkıp dans ettiler, yerli gençlerden bir kısmı da dönüp ilgiyle dinlediler. Bir Yunan adasında tahmin edilmeyecek bir durumdu, meğer ilerleyen saatlerde daha da göreceğimiz varmış!
Yemek saati gelince Lazarakis’e girmek istedim ama yer olmadığı için biraz ilerideki Alexandra’ya oturdum. Menü güzeldi, fiyatlar çok uçuk değildi, Yunancalarının yanına Türkçeleri de yazılmıştı. Salata, kalamar ızgara ve atıştırmalık ahtapot söyledim, yanında biraz da zeytinyağlı yaprak sarma (Yunanca’da “yalancı dolma” diyorlar). Tadı çok harika olmasa da değişiklik oldu benim için burada da deniz mahsullerini denemek. Yemek sırasında arka tarafa yanaşan bir Caretta Caretta ortama renk kattı. Etrafıma bakıp biraz dinlediğimde masaların yarısının Türk diğer yarısının da İtalyan olduğunu anladım, Yunanlılar sayıca çok azdı. Kaş gibi Meis de İtalyanların uğrak noktasıydı…
Gece ilerledikçe müzikler de hareketlendi ama bizden farklı olarak burada çığırtkanlar yok, dışa taşan devasa tabelalar, neon lambalar ya da flörans yok, sesin tonu da konuşmaları bozmayacak düzeyde. Ben yine de Kaş’ın gece eğlence ortamını ve deniz mahsullerini tercih ediyorum, her ne olsa da memleketimiz. Meis’e gelen Türk turistleri cezbetmek için Türk müzikleri çalınıyor, kalkıp eşlik eden, oynayanlar var.
Bir tanesi artık o kadar ileri boyuta taşımıştı ki olayı bütün gece Türk müziği çaldılar, İzmir Harmandalı’na sıra gelince masalardaki hanımlar kalkıp efeler gibi zeybek oynadılar! Sanki Ege’de bir düğündü, inanılmaz! Neler oluyor şu ilginç dünyada! Buradaki havayı, ortamı hakikaten gelip bir görmek lazım. İnsana normalde çok sıradan gelen şeyler bir adım ötedeki Türkiye’ye komşu, yabancı bir ülkeye gelince inanılmaz önemli ve duygusal anlar yaşatıyor…
Tekne saat 23’de kalkacağı için 22:30’da limanda olmamız istendi. Sahil yolunda biraz daha yürüyüp limana geldiğimde orada bekleyen birkaç kişi daha vardı. İçlerinde Mavi Mağara’ya gittiğim bottaki kız da vardı (ismi Damla), Türkçe konuştuklarını duyunca yanlarına gittim. Tesadüf eseri tekrar karşılaşıp sohbet güzel oldu. Pasaporttan hızlıca geçip teknenin üst katına çıktık. Tekne kalkmadan önce arkada rıhtıma bağlı olan Sahil Güvenlik botuna üç asker bindi, hareket edip sanıyorum gece nöbeti için limandan ayrıldılar. Sonra bizim tekne kalktı, yavaş yavaş karanlıkta ilerleyerek Türkiye’ye doğru yol aldı. Gökyüzü açık, sakin bir geceydi. Üst güvertedeki yastıklarda yatıp seyredenler olmuştur etrafı. Bu dinginlik, sükunet ve açık hava insana hakikaten çok iyi geliyor. Gece seyri bambaşka bir şey! Kaş’a varmamızın ardından gümrük polisi gelip pasaportları topladı, ertesi sabah vermek üzere. Dileyenler bir saat bekleyip polis karakolundan da gidip alabiliyorlardı ama ben sabahı beklemeyi tercih ettim. Kaş meydanında birer çay içtik. Sonra ben ayrılıp otele gidip duş aldım, üstümü değiştirip tekrar çıktım. Bu seferki istikamet Kaş’taki barlar sokağıydı, eğlence yerlerini ve havayı bizzat keşfetmek üzere!..