Yaz
Rodos adası kültürel bir mozaik, eskiden günümüze canlı bir müze adeta. Antik çağda dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen mitolojik güneş tanrısı Helios’a atfedilmiş olan Rodos limanının girişindeki heykel bugün ayakta olmasa da Bizans’tan Araplara, Haçlılardan Osmanlılar ve İtalyanlara kadar adada bulunmuş medeniyetler burada derin izler bırakmışlar. Hiç şüphesiz bunlar arasında 390 yıl hüküm süren Osmanlı döneminde yapılmış sayısız eser ve az da olsa hala var olan küçük Türk nüfusu şehir dokusuna ve karakterine ayrı bir renk katıyor; bugün bizler gibi ziyaretçiler için hoş birer hatıra olarak zihinlerde yer ediyor. Datça ve Bozburun’un karşısında, 11 mil mesafede Yunanistan’ın on iki adalarının en büyüğü ve vilayet merkezi olan “Güneş Adası” Rodos, Marmaris’ten feribotla bir saat mesafede. Bodrum’dan ve yakın zaman önce Fethiye’den de feribot seferlerinin yapılmaya başlandığı ada yüz ölçümü olarak Yunanistan’ın beşinci büyük adası ve Türk turistlerin tatil için en çok rağbet ettiği 3-4 adadan birisi.
Yunanistan’a ilk seyahatim 17-18 sene öncesine rast gelmişti. Öğrencilik yıllarımdan birinde Bodrum Karaaincir’deki yaz tatilim sırasında yakın civardaki Yunan adalarından İstanköy ve Rodos’u günübirlik ziyaret etmek istemiş ve hazırlıklı olarak yanımda pasaportla gelmiştim. Limandaki acenteden bilet alıp ertesi gün annemle beraber “hydrofoil” tabir edilen saatte 25-30 mil hız yapan, bir Türk firmasına ait deniz otobüsüne binerek sabah 9’da yola çıktık. Sırasıyla İstanköy, doğuda Datça yarımadası, batıda Giali, Nikia, Tilos adaları ve kuzeyde Bozburun’u geride bırakarak 2-2.5 buçuk saat süren yolculuğun ardından Rodos limanına giriş yaptık. Üzerimizden yolcu uçakları geçiyor, sahil kesimi insan kaynıyordu. Eylül ayı başıydı, kuzeyde sezon sonu denebilecek bir dönemde tatilciler burada adaya akın etmişti. Türkler o dönem vizesiz olarak civardaki Yunan adalarına günübirlik gidiş-dönüş yapabiliyordu. Pasaportlar teknede bırakılıyor, gümrük polisi herkesi sıraya sokup tek tek isim listesinden kontrol ettikten sonra geçiriyordu. Rodos limanında bağlı teknelerden boş yer yoktu, hatta Meis’teki gibi yine bir hücumbot vardı rıhtıma. Adaya saat 11-12 arası vardığımızda şehirde günü geçirmek için 4-5 saatimiz vardı, zira 16’da tekne geri dönüş için hareket edecekti.
Bize verile süre içinde eski şehirdeki sokakları dolaştık, çarşı ve dükkanları gördük. Limanın karşısındaki kapıdan eski şehre girip Şövalyeler Cad.’ne, oradan ana çarşı olan Sokrates Cad.’nin başlangıcındaki Hipokrat Meydanı’na geldik. Cadde boyunca sağlı-sollu eski tip dükkanlar vardı. Süleymaniye camiinin minaresinin üst kısmı o zaman yıkıktı, cami de ibadete kapalıydı, hala da öyle. Karşısındaki 1793 tarihli Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nde Osmanlı döneminden kalan kitap, resim ve objeler sergileniyordu. Yunanlılar Türk azınlığı asimile etmek için ismiyle hitap etmeyip buraya “Türk” yerine “Müslüman” müzesi adını vermişlerdi. Karşı duvarda Atatürk ve Kanuni Sultan Süleyman’ın portreleri yan yana asılıydı. Bakımını da adada yaşayan bir Türk aile üstlenmişti. İçeri girip gezdim, eski el yazması Kur’anları gördüm, anı defterini imzaladım.
Çıkışta öğlen yemeği için Osmanlılardan kalma bir şadırvanın yakınında oturduk ama yediğimiz döner sandviç meğer domuz etinden yapılıyormuş, bunu ancak yedikten sonra öğrendik J Sonra bir seyyar satıcıdan baklava alıp tattım, bizdekilerden daha büyük dilimler halinde, tek tek satılıyordu. Sokaklar gayet temiz ve düzenliydi, turistler için çok iyi pazarlanmış bir destinasyondu. 90’lı yılların sonu, AB üyeliğinin de verdiği itici güçle Yunanistan’ın zirve yaptığı yıllardı. Ülke zengin, refah seviyesi yüksek, insanlar bakımlı ve mutlu idi. Turist bolluğundan adadaki yatak kapasitesi Türkiye’deki tüm otellerden fazlaydı bir dönem. Gezdiğimiz dükkanlardakiler Türk olduğumuzu anlayınca ilgi gösteriyorlardı, aralarında Türkiye’yi gidip görmüş olanlar, İstanbul’u semt semt bilenler vardı. İstanbul’un onlar için ayrı bir yeri olduğu kesin. Gezimiz sırasında o zaman kullandığım fotoğraf makinesine eski tip sarmalı film takmıştım. Sonra açıp değiştirirken maalesef tutukluk yaptığı için filmi saramadım, kapak açılınca da negatifler yandı… O gün hatıra olarak aldığım birkaç kartpostal ile idare etmek zorunda kaldım adada gördüklerimi hatırlamak için. Ta ki on yıl sonra Rodos’a ikinci seyahatimi yapıncaya kadar…
İkinci gidişimde bir Ramazan Bayramı tatili haftası için, yine Eylül ayında, Rodos’ta dört gece kalmak üzere rezervasyon yaptırdım. İngiltere’de otururken aldığım bir rehber kitaptan adada gezilip görülecek yerler hakkında bilgi alıp plan yapmıştım. İstanbul’dan Dalaman’a, oradan Marmaris üzerinden feribotla sabah 10 sularında Rodos’a geçiş yaptım. Gemi doluydu, gümrük işlemlerinin bitmesi de biraz zaman aldığı için ancak kalkış yapabilmiştik. Cuma günü olması sebebiyle hafta sonu tatiline gelen-giden çoktu. Gümrükten hızlıca geçerek liman girişinde bir taksiye atladım ve adanın batı tarafına bakan şehrin yeni kısmındaki otelime gittim. Check-in sırasında pasaportumun iki gün onlarda kalacağını söylediler, standart bir prosedürmüş. Sanırım Türkiye’ye yakın bir ada olduğu için gelen turistlerin kimlik bilgileri emniyet yetkilileriyle paylaşılıyor, onlar tarama yapıp OK verdikten sonra ancak pasaportu teslim ediyorlar. Eşyalarımı yerleştirip dışarı çıktım. Eski şehre yürüyüş bir 15-20 dakika kadar sürdü, batıya bakan D’Amboise kapısından giriş yaptım. Caddeler düzenli ve bakımlıydı, ağaçlandırılmıştı. Cuma günü ve bayram arifesi olduğu için adadaki tek açık cami olan İbrahim Paşa Camii’ne gittim. 1530 yılında dönemin sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa tarafından yaptırılan cami sağlam görünümlü ve bakımlı duruyor. Dışarda bir şadırvan, içerideyse sade bir ibadet holü var. İmamı adada yaşayan Batı Trakyalı bir Türkmüş, biraz sohbet ettik. Cuma namazını kılan cemaat hepi topu sekiz-on kişiydi, bir-ikisi de yabancıydı, hatta birinin Tunuslu olduğunu hatırlıyorum.
Rodos’un sur içinde kalan UNESCO Dünya Mirası listesindeki eski şehrinde sokak dokusu sanki başka bir çağa ait gibi, insan içinde kayboluyor adeta. Kemerler, taşlı dar sokaklar ve bitişik nizam evlerin arasında cami, mescit, sinagog ve kiliseler yüzyıllar öncesinden gelen renkli bir dünyaya ait gibi duruyor. Köşedeki evden çıkan Yunanlı bir ev sahibi “Kalimera” diyor sabah. Evlerin sokak kapılarından, pencerelerinden içerde oturan yaşlılar görünüyor: Buralarda ömrünü geçirmiş adalılar, son günlerini sükunet içinde yaşıyorlar. Adada moped kullanımı yaygın. Sokak aralarında parkedilmiş mini araba ve motosikletler, köşe başlarındaki minik tavernalar, oturup bir-iki tek atan ya da tavla oynayanlar, kemeraltı hediyelik eşya dükkanlarının ve sünger satıcılarının sıcak kanlı insanları şehrin karakterine zenginlik katıyor. Sahil restoranlarında yürürken az-buçuk Türkçe konuşan esnafa rastlamak mümkün, Türk turistleri görünce ilgi gösteriyorlar, “Hoşgeldin komşu” diyorlar. Osmanlılardan kalan bir çok cami, yalın ama nefis bir mimariye sahip eski Türk lisesi – öğrencisi olmadığı için kapanmış ne yazık ki, II. Abdülhamid’in yaptırdığı ünlü saat kulesi bir zamanların kozmopolit Rodos hayatından bugüne ışık tutuyor.
Tarihi açıdan Rodos’un önemi büyük, zira bir zamanlar Akdeniz’deki en büyük iki hasım olan Katolik Avrupa ve Osmanlılara ev sahipliği yapmış. Haçlı Seferleri’ni takiben Kudüs’ten kovulan Saint Jean Şövalye tarikatı önce Kıbrıs’a oradan da 1310-1522 yılları arasında hüküm sürecekleri Rodos’a yerleşmiş. İlk başlarda Kudüs’e gelen Hristiyan hacılara hastabakıcılık yapmak üzere kurulan tarikat sonra savaşçı bir karakter kazanmış, korsanlıkla Doğu Akdeniz’deki Müslüman sahillerine baskınlar yapıp Osmanlıların en azılı düşmanı haline gelmiş. Büyük Üstad (Grand Maitre) Foulques de Villaret önderliğinde adaya hakim olan bu tarikat şehri çok güçlü surlarla tahkim ederek olası kuşatmalara karşı bugün dahi sapasağlam ayakta duran zamanın en muhkem savunma hatlarını kurmuş.
Avrupa’nın asil ailelerinden seçilen şövalye adayları burada kendilerine bir korsan yatağı kurup yağma, talan ve zulümle nam salmışlar. Lingua Franca’nın Fransızca olduğu Saint Jean tarikatı Avrupa’daki sekiz bölgeden gelen asillerden oluşuyor ve bugün de varlığını sürdürüyor, merkezleri Roma’da bulunuyor. Aragon, Kastilya, İtalya, İngiltere, Almanya, Portekiz, Auvergne, Provence ve Fransa’ya mensup şövalyelerden her grubun kendine ait “Inn” adını verdikleri barınakları ve depoları Rodos’taki ünlü Şövalyeler Cad.’nde görülebiliyor, hatta bugün Fransız Konsolosluğu eski Fransa “Inn”inde hizmet vermeye devam ediyor.
Büyük Üstad’ın sarayı (Grand Master’s Palace) büyükçe avlusu olan bir taş yapı. Yüksek tavanlı, sivri kemerli binalarında geniş basamaklı merdivenler, holler ve üst düzey şövalyelerin toplandıkları odalar mevcut. Rodos surlarında her milletin savunduğu, kendi adıyla anılan burçlar var: Kastilya Burcu, Auvergne Burcu gibi. Bunların arasında şövalyelerin büyük üstatları tarafından yaptırılmış ve üzerlerinde kendi armalarını taşıyan kapılar var. Gotik tarz Katolik Avrupa mimarisinin örnekleri her yerde karşınıza çıkıyor, kalıntılar Kıbrıs’ta Venediklilerden kalan katedral, saray binaları ve depoları andırıyor.
1522 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın komuta ettiği Osmanlı ordusu adayı altı ay süren çok çetrefilli bir kuşatmanın ardından teslim almış. Rodos’u silahlarıyla terk eden şövalyeler 1530’da Malta’ya yerleşecek ve 1565’te bir kez daha Osmanlılarla karşı karşıya geleceklerdir. Rodos’taki son Büyük Üstad olan Philippe Villiers De L’Isle Adam Sultan Süleyman’la bizzat görüşmüş, sarayında konuk edip beraber yemek yemiş ve şehri teslim etmiştir. Kuşatmadan sağ kurtulan Jean Parisot de La Valette isimli bir şövalye ise sonra tarikatta yükselip mevki kazanarak Malta kuşatmasında Osmanlılara karşı Büyük Üstad sıfatıyla mücadele edecektir. Rodos’un düşüşü Akdeniz’de Osmanlı hakimiyetinin önemli köşe taşlarından biri olmuş ve Avrupa’da büyük şok yaratmıştı. Kuşatma hakkında yazılan belki de en iyi tarihi roman olan yazar Anthony Goodman’ın “The Shadow of God” (Tanrının Gölgesi) isimli kitabı adeta bir günlük gibi gerçeklere sadık kalarak olayı tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Adaya seyahat etmeden önce okunmasını tavsiye ediyorum.
Akşamları Rodos eski şehri eğlence mekanına dönüşüyor. Avlular, teraslar, tavernalar biraz İstanbul’daki Asmalımescit’i andıracak şekilde yemek eşliğinde canlı müzik dinleyip dans edenlerce tıklım tıklım dolu oluyor. Aklımda kalan mekanlardan birisi “Koykos”. Hipokrat meydanın teras restoranları çok revaçta, önceden rezervasyon yaptırmak gerekebilir. Sokrates Cad. üzerinde yerli bir Türk çift tarafından işletilen “Karakuzu” kahvehanesi nostaljik bir yer, dışarıdaki masalardan birinde oturup gelen geçeni seyrederek kahve içmek, Türkçe konuşmak keyifli. Lefkoşa’nın eski mahallelerini andıran sakin arka sokaklarda dolaşırken birden karşınıza çıkan terkedilmiş mescitler, kemerli ara geçitler, eski evler, arka plandaki Türkiye manzarası ile bütünleşince romantik bir ortam oluşturuyor. Şehirde hala işleyen bir Türk hamamı var. Süleymaniye Camii’nin bitişiğindeki açık hava barında akşam güzel müzik çalıyor, ortam şahane. Bir uğradığımda arkadaki televizyon ekranında oynayan Türk dizisini görünce bardaki şef garson hanımla konuştum. Türk dizilerinin Yunanistan’da çok revaçta olduğunu söyledi.
Gece sessizlik isteyene o da var, sabaha kadar parti yapmak isteyenler için şehirdeki barların yanı sıra merkeze 15-20 dakika uzaklıktaki Koskinou’ya bağlı Kalitheas sahil kesimi dört dörtlük. Gündüz plaja, gece eğlenceye gidilen bu mekanlar Yunanlıların da uğrak yerleri arasında. 90’lı yıllarda Rodos özellikle İngiliz turistler için Kıbrıs’la birlikte Akdeniz’in en gözde tatil mekanıydı. İngiltere’de yaşadığım yıllarda “Club Reps” isimli bir televizyon programında turistlere rehberlik yapan yaz tatili harçlığını çıkarmak için sezonluk olarak gelmiş İngiliz gençlerin gerçek hayatları anlatılırdı. Geceleri Faliraki’deki çılgın eğlenceler sırasında yaşananlar, sarhoş olup sokaklarda düşüp yuvarlanan turistler, ortalığa çıkan açık-saçık akıl almaz görüntüler, Akdeniz’in bu köşesinde gözlerden uzak olup bitenler skandal denilecek boyuttaydı. İngiliz medyasının baskınları ve haberleri en üst manşetlere taşıması neticesinde Yunan hükümetinin aldığı önlemlerle Faliraki’deki birçok mekan kapatılmış ya da başka yere taşınmış. Gittiğimde yarı hayalet bir şehirle karşılaştım. Sakin, sessiz. Turistler bir köşede kendi halinde denize girip çıkıyor, sahilde şezlong kiralanabiliyor. Plajın sonunda özellikle yaşlı Alman turistlerin rağbet ettiği bir çıplaklar kampı da var.
Rodos’tan civardaki küçük Yunan adalarına günübirlik seferler düzenleniyor, ayrıca adanın doğu sahilindeki Lindos’a da her sabah limandan feribot kalkıyor. Açık havada, sakin denizde sahili seyrede seyrede gitmek keyifli. Karayoluyla Rodos’a 43 km. mesafedeki Lindos, “Akropolis” tabir edilen tepelik bir yere kurulmuş, eteklerinde bir koy var. Mavi-beyaz evleri, katırlarla da gezilebilen dar sokakları, hediyelik eşya dükkanları ve otantik havasıyla ideal bir günübirlik kaçamak yeri. Civardaki restoranların yanında koyda şezlong kiralanabiliyor. Etrafta bir-iki Osmanlı çeşmesi de gördüm, bugün faal olmasa da. Deniz nefis turkuaz-mavi renkli ve sakin. Feribot yolculuğu bir-bir buçuk saate yakın sürüyor.
Rodos şehir merkezinden günübirlik yapılabilecek bir diğer tur cip safarisi. Sabah 8 gibi otelden alan altı kişilik cip ada çevresinde tam tur yaparak akşam 5-6 civarında geri bırakıyor, ücreti 40 Euro hatırladığım kadarıyla. Rezervasyon için sur içindeki Rodos turizm ofisi yardımcı oluyor. Adanın doğu sahillerinden başlayan tur sırasıyla Koskinou, Faliraki, Arhangelos, Lindos ve Gennadi’den sonra adanın en güney ucundaki Prasonisi’ye geliyor. Burası iki denizin, Ege ve Akdeniz’in birleştiğine inanılan ilginç bir yer. Ana karaya ince bir boğazla bağlı olan Prasonisi yarımadasının iki yanında iki koy var. Bildiğimiz kadarıyla Ege Denizi Datça Yarımadası’nın güneyinde biter ama Yunanlılar bunu ta Rodos’a kadar taşıyorlar, hatta hukuki olarak daha da doğuda, Antalya sahillerine bakan Meis adasına kadar uzatıyorlar ki bu kadar zorlama bir bakış açısı ancak siyasi art niyetle açıklanabilir. Ege’deki Türk-Yunan uyuşmazlıklarının bütün adalara yayıldığı bir görüş Yunanlıların siyaseten işine geliyor.
Prasonisi’den çıkıp batı sahilini takip ede ede Kattavia, Apolakkia ve Monolithos’a geliyoruz. Bu sahiller doğuya kıyasla daha dağlık, bakir ve ağaçlık yerler. Adanın tepe noktası 1200m’yi geçen Attaviros dağında askeri birlik olduğu için belli bir yerden yukarıya çıkılması yasak. Cipin İngiliz şoförü yirmi senedir orada yaşıyormuş, Yunan ordusunun bazen adanın bu arka kesimlerinde, güneyde tanklarla tatbikat yaptığını söyledi. 1947 Paris Anlaşmasıyla Yunanistan’a devredilen Rodos’un içinde bulunduğu Oniki Ada’nın silahlandırılması aslında yasak fakat Yunan hükümeti bu maddeye uymuyor; Doğu Ege Adalarından Midilli, Sakız ve Sisam’da olduğu gibi bütün adaları tam teçhizatlı birliklerle silahlandırıyor. Rodos’ta hava kuvvetlerinde askerliğini yapmış Yunanlı bir öğrenci arkadaşımdan adada tümen seviyesinde bir birlik olduğunu duymuştum.
Ciple yol üzerinde bir dağ köyünde mola veriyoruz. Yerli halkın yaptığı elişleri, ağaç ve porselen ürünler, adaya özgü bal gibi doğal gıdaları görüyoruz. Öğlen için atıştırmalık bir şeyler alırken etraftaki mis gibi dağ havası ve denize bakan dağlık araziye dalıp, bizim Antalya ve Muğla sahillerini hatırladım biraz. Dükkan sahibi bir bayan Türk olduğumu öğrenince ilgilendi, kendisinin yirmi beş yıl Almanya’da çalıştığını ve orada en iyi arkadaşının Türk olduğunu söyledi. Orada bir süre dinlendikten sonra yola devam ettik. Skala Kamirou’da (Kamiros) uzun bir plajda fotoğraf çekmek için durduk. Burası geniş bir yer, deniz çok dalgalı, girmek kolay değil pek akıl kârı da değil. Rodos’un batı sahili daima rüzgarlı oluyor, doğu tarafı daha sakin yüzmek isteyenler için. Takiben yol üzerinde bir şarap evinde mola verip sahibi olan ailenin oğlundan şarap yapım teknikleri üzerinde bir konuşma dinledik. Tadımlık olarak ikram edilen kırmızı şaraplardan aldık. Akşam olmak üzereydi ki yolumuza devam ederken Rodos şehri yakınlarındaki Ixia’dan geçtik. Burası Kremasti ve Ialisos olarak iki bölgeden oluşan plaj ve büyük otellerin olduğu bir tatil merkezi. Söylendiğine göre Kanuni Sultan Süleyman 1522’de Marmaris’ten Rodos’a geçtiğinde buradan karaya çıkmış. Biraz gerisinde sahil kesiminde Rodos havaalanı bulunuyor. Adanın en ünlü atraksiyonlarından Petaloudes (Kelebekler Vadisi) buradan biraz ileride, Kremasti’nin hemen sahil tarafında yer alıyor. Binbir çeşit rengarenk kelebeği yeşil doğada seyretmek müthiş keyifli ve huzur verici, zihin dinlendirici.
Leoforos Iraklidon ve Ialisou Cad.leri Kritika (Giritli) isimli bir mahalleye çıkıyor. Rodos yeni şehrinin batı sahiline yakın, Akropolis’in biraz gerisindeki bu eski mahallede Osmanlı döneminin sonuna doğru Girit’teki isyanlar ve terörden kaçan, o zaman geçici olarak adaya yerleştirilen Türklerin izleri görülebiliyor. Denize bakan, şimdi boş olan taş evler, yarı-yıkık minareler bir dönemin hatırası olarak bakımsızlıktan zor da olsa ayakta kalmaya çalışıyor. Rodos’a doğru yaklaşınca vedalaşıp yavaş yavaş otellere dağılıyoruz. Saat akşam 6 olmak üzereydi. Otelim “Alexia”, Diakou Cad.’nin sonundaki kavşağa çok yakındı, etrafta restoran, bar ve eğlence yerleri vardı bolca. Denize ve dolayısıyla Türkiye sahillerine bakıyordu, hemen karşısı Bozburun’du. Akşamları balkona çıkıp biraz hava alıyordum. Telefonumdaki FM radyoyu açıp istasyonları biraz karıştırınca Türk ve Yunan radyoları peşi sıra gelmeye başladı. Bir tanesi sanıyorum TRT’nin güney sahillerinde yayın yapan turizm radyosuydu, anonslar Yunanca yapılıyordu, arada bir Türkiye kelimesi geçiyordu ama çalan şarkılar Türkçeydi, “Senede Bir Gün” parçasını çaldığını hatırlıyorum.
Akşam yemeğinden sonra bu civarda özellikle Orfanidou Cad. kalabalık oluyor, Avrupa’lı turistler yoğun ilgi gösteriyor. Girdiğim yerlerde ilginç şeylere şahit oldum, birinde Türkiye – Sırbistan Avrupa basketbol şampiyonası yarı final maçı vardı. Kafede köşe bir masaya oturup maçı seyrettim, o kadar heyecanlıydı ki son saniye hatta saliselerde atılan basketlerle, kaçan toplarla bir oturup bir kalkıyordum. Oradaki tek Türk taraftar bendim, sonra bir baktım etrafımda Yunanlılar var ayakta seyreden bir ara hareketlerimi görünce bana “Türk müsün” diye sordular gülerek, biraz da hasımla. Evet dedim 🙂 Tabi zor bir durum.. Bir diğerinde kapıdaki Yunanlı görevli bana nereli olduğumu sordu, Türkiye deyince İstanbul mu dedi. Evet dedim, orada iş durumları nasıl, hayat nasıl diye sordu. Olursa bir yolunu bulup İstanbul’a gelip çalışmak istiyordu, eskiden olsa bizde millet Yunan pasaportu alıp Avrupa’ya kaçmak için can atardı. O sene AB’deki ekonomik krizin Yunanistan’a ciddi bir fatura çıkardığı ve sıkılaştırma tedbirlerinin halkı boğmaya başladığı bir dönemdi. Bir sene önce gittiğim Atina’da sokaklar hala canlı, halk işinde gücünde ve rahatı nispeten yerinde olmasına rağmen işsizlik ve pahalılık vardı.
Rodos’taki son günümde şehrin kuzey sahilindeki Cape Koum-bournou yani “Kumburnu”na gittim, bugün de hala aynı Türkçe adla anılıyor. Burası burnu çepeçevre saran bir plaj, hem konum olarak hem de şehre yakınlığı açısından güzel ve rahat. Yanı başında bir akvaryum da bulunuyor, girip gezdim. Küçük ama şirin, ilginç bir yer. Dönüşte otelden bavulunu aldım, taksiyle limana gelip check-in’den ve pasaport kontrolden geçtim. Marmaris feribotu saat 16’da kalktı, deniz dalgalı olmasına rağmen yolculuk yine bir saat sürdü. İnişte merkezden Havaş’ın otobüsüne binerek Dalaman’a oradan da İstanbul’a gitmek üzere yola koyuldum. Rodos’ta güzel bir tatil geçirmiş, yıllarca düşünüp görmek istediğim her yeri görmüştüm. Bu güzel adaya veda ederken dolu dolu geçirdiğim dört gün için gerçekten mutluydum, sırada başka ülkeler, yeni destinasyonlar vardı…