Kış
Endülüs İspanya’nın kültürel olarak bence en renkli bölgesi. Eski adıyla “Al Andalus”, bugünkü “Andalucía”, güneyde Cebelitarık Boğazı’yla Fas’tan ayrılan, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Akdeniz’le çevrili, İspanya’nın 17 otonom bölgesinden birisi. 800 yıl boyunda Emevi – Arap devletinin egemenliğinde kalmış; bir dönem çok kültürlü hayatıyla bilim, sanat ve felsefe alanlarında dünyanın en önde gelen merkezi ünvanına sahip olmuş. İspanya seyahatine nereden başlamalı diye sorsalar şüphesiz Endülüs derdim, çünkü buradaki havayı ve ortamı görüp anlamadan, birlikte yaşama ve hoşgörü kültürünün ruhunu hissetmeden İspanya’nın diğer bölgelerini gözlemlemek, kavramak güç.
Madrid, 9. yy’da Araplar tarafından kurulduktan çok sonra, ta 16. yy’da başkent olmuş; ondan önceki başkent Toledo üç yüzyıl boyunca Endülüs’ün başkenti Córdoba’dan yönetilmiş. İspanya’nın en önemli anıtları, en görkemli sarayları, ortaçağ İslam sanatının en güzide örnekleri burada, Endülüs’te. Roman, Arap, Yahudi ve Kastilya müziğinin harmanlamasıyla 15.-16. yy’larda Granada ve Sevilla’da doğmuş olan Flamenko bir dönemin aşklarını, ayrılık, kahramanlık ve sürgün hikayelerini yanık tınılarıyla halen sokak sokak anlatmaya devam ediyor. Bugün İspanyolca’da çoğu “al” ifadesiyle başlayan üç bin civarında Arapça kökenli kelime mevcut. Ünlü Don Kişot romanının yazarı Cervantes’in Madrid yakınlarında doğduğu şehrin bugünkü adı Alcala de Henares, El-Qal’a en-Nehaar (Nehir Kalesi) ifadesinden geliyor. Alicante El-Lakant, Alcazaba El-Kasaba, Alcazar El-Qasr, Almacen El-Mahzen, La Mezquita Mescit, Minarete Minare, Ojala İnşallah kökenlerinden geliyor. Bu tarihi, kültürü, kısaca günümüz İspanya’sını iyi anlayabilmek için ülkeyi gezmeye en iyi başlangıç noktası Endülüs…
İstanbul’dan her gün güneydeki turistik sahil kenti Málaga’ya uçuş var, dört buçuk saat sürüyor. Havaalanından yarım saatte bir Málaga şehir merkezine, saat başı da Granada’ya direkt otobüs seferleri yapılıyor. Beş günlük süre zarfında zamandan tasarruf edip mümkün olduğunca çok yer gezip görmek istediğim için Málaga’dan başlayan bir tur planı yaptım. İlk geceyi Granada’da geçirip, sırasıyla Córdoba, Sevilla ve Cádiz’in ardından Málaga’ya dönecektim. Uçak, bir Pazar günü öğlen vakti indi, pasaporttan geçip bavulumu aldım, çıkışta otobüs durağına yöneldim. Hafta sonu olduğu için bilet ofisi kapalıydı, internet yer ayırtıp otobüse binebildim.
Granada
Saat ikiye doğru tamamen dolmuş olan otobüs hareket etti, ekspres seferle direkt olarak Granada’ya gidiyordu. Akdeniz sahilindeki Málaga’da hava kapalı ama ılıktı, dışarıda rahatlıkla yürünebiliyordu. İki saat süren yolculukta içerilere doğru girdikçe yükseklik artmaya ve hava soğumaya başladı. Yemyeşil tepeler, ovalar karlı dağlara vardı. Genel görünüm itibariyle arazi bakımlı ve bereketliydi. Bol yağmur aldığı belli oluyordu, etrafta kara toprak görmedim. Otobüs Granada terminaline yanaşınca indim, dışardaki duraktan bir taksiye atlayıp otele gittim. Şoför bayandı, hatta ben davranmadan alıp bavulumu bagaja bile koydu.
Arapça’da Kırnata olarak bilinen Granada düzgün, temiz ve bakımlı bir şehir. Binalar korunup restore edilmiş. Eski şehir merkezine arabalar giremiyor, yalnız yaya yolu var. Onun için taksi beni bir yere kadar götürdü, oradan beş dakikada biraz yön arayarak Navas Cad. üzerindeki aynı adı taşıyan otelime ulaştım. Check-in yapıp eşyalarımı yerleştirdim, aşağı inip resepsiyondaki kızdan yardım alarak ilk etapta gezilebilecek yerleri belirledim, çıkıp şehrin sokaklarını dolaşmaya başladım. Navas Cad.’nde “tapas” adı verilen mezeleriyle ünlü çok sayıda taverna var. Pazar öğleden sonra olması sebebiyle birçoğu erken kapanmış olduğu için açık bir mekan bulmak için yürümem gerekti. En yakındaki Plaza Isabel La Católica, 15. yy’da İspanya birliğini sağlayan iki monarktan biri, Kastilya kraliçesi İzabel’in adını almış bir meydan. Kristof Kolomb Hindistan’ı keşif seyahatine çıkmak için izni 1492’de Granda’yı zapt eden İzabel’den almış, meydandaki heykelde bu an betimlenmiş. Buradan şehrin her yerine otobüs, taksi ya da yürüyüşle ulaşmak mümkün. Meydandan sola dönünce Kolomb Cad. üzerinde şehirle aynı adı taşıyan ve İspanya’nın Gotik tarzda yapılmış son katedrali ziyaret edilebilir. Kastilya kraliçesi İzabel, Aragon kralı Ferdinand ve zamanında hayatta kalmış tek çocukları olan “deli” lakaplı Juana’nın mezarları burada bulunuyor, meraklısı için giriş ücreti 4 Euro.
Acıkmış olduğum için köşedeki sports-bar tarzı dev ekranda maç yayınları yapan Filigrana adlı bir mekana oturup kaşarlı tost söyledim. İspanya’nın en ünlü tatlarından patates, yumurta, süt ve isteğe göre soğanla yapılan tortilla, bir nevi omlet, burada da servis ediliyordu. Akşam saati olduğu için vakit bırakıp arada çok yemek istemedim. Çıkıp dolaşmaya devam ettim. Köşede 1571 İnebahtı deniz savaşında İspanya takviye kuvvetlerine kumanda eden Don Álvaro de Bazán’ın doğduğu ev var, bir plaketle yeri belirtilmiş. Az ileride El Hamra Sarayı’nın resmi hediyelik eşya dükkanı var; bolca kitap, resim ve hatıralık eşya bulabilmek mümkün. Buradan Endülüs Emevi dönemi hayatını ve Engizisyon’da zorla Hristiyan yapılmış “Morisko”ların öyküsünü anlatan İspanyolca iki kitap alarak çıktım.
Caddenin devamı sağlı sollu dükkanlar, müzeler, kafe ve barlarla süslü. Şehir turu yapmak isteyenler için her saat başı kalkan tren-otobüs, yürüyerek arka sokakları keşfetmek isteyenler için sabah 10’da İzabel meydanında üç saatlik ücretsiz rehberli tur mevcut. Turizm ofisi ve diğer tur firmaları, Plaza Nueva’dan sağa dönüşte yayalara açık kanal sokağı üzerinde. İyi organize olmuş, şehri bilen, neyin nerde hangi saatte yapılabileceğini düzgün anlatan elemanlar yardımcı oluyorlar. Devamında Hammam Al Andalus’un Granada şubesi var; burası Granada, Córdoba ve Sevilla’da üç şubesi olan Emevi geleneği hamam kültürünü otantik biçimde yaşatan bir mekan, ilkbaharda ya da yazın gelmek için birebir. Hamam’ın karşısında Carrera del Darro’dan sola giren bir sokağın sonunda Palacio de los Olvidados (Unutulanlar Sarayı) isimli bir bina Sefarad ve Engizisyon müzesi olarak hizmet veriyor. Giriş 10 Euro. İçeride 15 yy.’da İtalya’dan başlayarak bütün Katolik Avrupa’yı saran Engizisyon’un tarihi, Müslüman ve Yahudi halka yapılan işkenceler ve kullanılan alet-edavat sergileniyor. Yahudi kültürüne ait günlük eşyalar, giyim-kuşam, kitap, not ve hatta cam parfüm şişesi, tabak-çatal gibi daha birçok ilginç objeye burada rastlamak mümkün.
Yemek Granada’da ayrı bir keyif. Barlar Endülüs’ün doğu kesimine özgü olarak her içki siparişinin yanında bir tabak “tapas” ikram ediyorlar. Bira markası olarak en yaygın olan “Alhambra” yani El Hamra. Hiç yemek ısmarlamadan sadece içerek yanında gelen aperatiflerle, ki bunlar kızarmış kalamardan karidese, patatesten mantara kadar envai çeşit lezzeti içeriyor, doyabilmek mümkün. Tek farkı gelecek tapas’ın cinsini barmen seçiyor, karar onlara ait. Girdiğim Los Damantes adlı bir barda bu yöntemi bilmediğimi, turist olduğumu anlayan İspanyol bir çift bana açıklamada bulundu: Burada adet böyledir dedi. Bayan, Cádiz yakınlarındaki Huelva’dan imiş. Birkaç gün sonra oraya gideceğimi söyleyip kendilerine teşekkür ettim, az sonra yanıma gelen Rus bir çifte de ben yardımcı oldum, böyledir burada adet diye anlattım. Barmenler de ilgileniyorlar ama işle çok koşturdukları ve hızlı konuştukları için bazen tam ne dedikleri anlaşılamayabiliyor.
Endülüs’e gelmişken Flamenko dinlemeden olmaz… Sefarad müzesindeki gişeden Casa del Arte Flamenco’daki matine için 7 Euro’ya bir bilet alarak akşam saat 21’e yer ayırttım. İzabel meydanına yakın bir yan sokakta olan salon yan yana dizili ve sahneye yakın iskemleleriyle küçük ama samimi bir ortamdı. Bir saat süren Flamenko gösterisinde bir kadın, bir erkek dansçı, bir gitarist ve bir erkek şarkıcıdan oluşan grup sahne aldı. Arapların İspanya’dan kovulduğu yıllarda doğan bu müzik, içinde hüznü, acıyı ve tutkuyu barındırıyor. Dansçı kadın yüzü asık ve ciddi; ayaklarını sertçe yere vuruyor; şarkıcı erkek acı dolu, içten bir sesle söylüyor. Gerçekten izlemeye ve bizlerle ortak bazı duygularda buluşan bu müziği dinlemeye, anlamaya ve hissetmeye vakit ayırmak lazım.
Gösteriden çıkışta otelimin yolunu tutarak ertesi güne dinç kalkmak için çok geç olmadan yatmak istedim. Hava o kadar soğuktu ki, ayaz o kadar keskindi ki kollarımı sıkıp sürterek ve caddede hızlı hızlı yürüyerek ısınabiliyordum ancak. Yine de gecenin tuhaf çekiciliğiyle yeni keşfetmeye başladığım şehrin sokaklarında biraz daha yürüyerek bir-iki lokma daha yeme ihtiyacı hissettim. Elvira Cad. üzerinde Fas-Mağrib tarzı otantik şekilde döşenmiş birçok kafe, restoran ve dükkan bulunuyor. Teteria adı verilen bu kahvehaneler isteyene nargile de ikram ediyorlar. Birine girip oturdum, naneli Fas çayıyla bir parça hurmalı kurabiye istedim. Hafiften çalan Kuzey Afrika melodileri arasında biraz dinlenip kalktım, yürüyerek biraz aşağıdaki Kolomb Cad.’ne indim. Girdiğim mekanlarda azar azar tadarak birçok şeyden denemeye çalışıyordum, burada da biraz beyaz köy ekmeği, biraz da peynir ısmarladım. Alhambra birasının yanında domuz salamı ikram edildi, ondan almadım. Peynir-ekmek bile bazen yere ve zaman göre insana hoş bir aperatif olarak geliyor, keyif veriyor.
Otele döndüğümde televizyona biraz baktım. “Cennet Krallığı” isimli Ridley Scott’un Kudüs ve Haçlı Seferleri’ni anlatan bir filmi vardı, onu biraz seyredip yattım. Ertesi gün El Hamra Sarayı’nı ziyaretimde bunun güzel bir tesadüf olduğunu farkedicektim…
Sabah erken kalkıp kahvaltıya indim, benim dışımda salonda iki kız daha vardı. Açık büfe menüde corn flakes, peynir, zeytin, yumurta ve diğer bilimum çeşit reçel ve balın yanında kurabiyeler ve kruvasanlar vardı. Kahvaltımın yanında kahvemi de içip kalktım. Resepsiyonda kalabalık bir Amerikalı öğrenci grubu check-out yapıyordu. Saat henüz 8 olmamıştı. Aralarından geçip çıktım ve bir taksiye atlayıp Granada’nın en görkemli, dünyaca ünlü anıt eseri El Hamra Sarayı’na doğru yola koyuldum.
El Hamra’ya giriş için internet üzerinden önceden rezervasyon yapılmasını tavsiye ediyorum, kapıdaki kuyruğu atlayıp zaman kazanmak için. Kışın bile kalabalık turist grupları ziyaret ediyorlar. Saray üç ama bölümden oluşuyor: Nasri Sarayı, Generalife Bahçeleri ve Alcazaba. Üçünü tek seferde gezmek için 14 Euro’luk kombine bilet alınıyor, isteğe göre tek tek bölümleri gezmek için de ayrı biletler satılıyor, yazın gece turları da yapılıyor. Burada en önemli husus Nasri Sarayı’na giriş için belirlenen saat diliminde katiyetle giriş kapısında olmak, aksi takdirde bilet yanıyor ve içeri almıyorlar hiçbir şekilde. Sarayda devam eden restorasyon çalışmaları sebebiyle sınırlı sayıda girişe izin veriliyor. Turlar yarım saatte bir oluyor, gerekirse tercüme ve anlatım için rehberler de kapıda ek ücret karşılığında katılabiliyor.
El Hamra’ya gelmişken buranın öyküsünü, İspanya tarihindeki önemini anlatmadan olmaz: 711 yılında merkezi Şam olan Emevi Devleti’nin bir kolu Kuzey Afrika üzerinden İspanya’nın en güney ucundaki Tarifa kasabasına çıkar, başlarında ünlü Berberi komutan Tarık bin Ziyad vardır. Bugünkü Cibraltar / Cebel-i Tarık (Tarık Dağı) Boğazı’na adını veren kişidir bu aynı zamanda. O zaman İspanya’da hüküm süren Alman kökenli Vizigot Krallığı’ının başında Kral Rodrik vardır. Ziyad’ın ordusuyla yapılan savaşta Vizigot ordusu yenilir, Rodrik ölür ve İspanya’da “Endülüs” adıyla anılan 781 yıllık Emevi – İslam hakimiyeti dönemi başlar. Kısa sürede kuzey’deki Pirene Dağları’nı geçen Arap orduları en uçta Paris’in 80 km. yakınındaki Puvatya’ya (Poitier) kadar Avrupa içlerine ilerler. Burada 732 yılında yapılan savaşta Fransa Kralı Charle Emevi Halifesi Abdülrahman El Ghafiki’yi yenerek İslam ilerleyişinin önüne geçer, fakat bu savaştan sonra bile Batı Avrupa’daki son İslam kenti Granada’nın düşmesi için 760 yıl geçmesi gerekecektir. Dolayısıyla, İspanya’daki Emevi hakimiyeti yüzyıllar sürmüş, çok yavaş bir çekilişle parça parça 1492’ye kadar devam etmiştir. El Hamra Sarayı da esasen Endülüs’ün en zayıf olduğu 14. yy.’da, İslam’ın artık İspanya’dan kesin biçimde çıkarılmak üzere olduğu çöküş döneminde yapılmış, tüm görkemine rağmen Emevilerin en şaaşalı günlerine tanıklık edememiştir.
El Hamra, ya da İspanyolca’da La Alhambra olarak bilinen yapı, Emevilerin beyliklere bölünmesinin ardından Ben-i Ahmer devletini kuran Nasri hanedanı tarafından yaptırılmış. Arapçada “kırmızı” anlamında gelen Ahmar kelimesinin türevinden ve çevredeki kızıl renk taşlardan mıdır yoksa yaptıran ailenin soy isminden ötürü müdür bilinmez, El Hamra adını alan bu yapı ilk önceleri bir kale iken 14. yy.’da emir I. Yusuf tarafından saraya dönüştürülmüş. İspanya’da gezdiğim bütün yerler için ruhunu, karakterini en çok muhafaza etmiş, mütevazi ve fakat en etkileyici yapının burası olduğunu düşünüyorum. Arabesk tarzı at nalı kemerler, nakış gibi süslemeli kapı, pencere ve duvarlar, muhteşem bahçelerin bezediği havuzlar, dahiyane bir sulama sistemi, hem şehrin içinde hem de bir adım dışında olan muhteşem konumu gerçekten harikulade. Salonların birinden diğerine geçtikçe insan zamanda yolculuk ediyor sanki. Pencerelerden görünen eski Granada’nın kalbi Albaicín (El Bayizin) mahallesi, bugünkü şehir merkezi, ovalar ve arka plandaki dağlar müthiş bir manzara resmi sunuyor.
Girişteki okları takip ederek saray hayatının geçtiği salon, oda ve avluları gezmek mümkün. Hava o gün kapalı ve yağmur yağmış olduğu için taş ve mermer yüzeyler ıslaktı ve bir nebze daha dikkatli yürümek gerekiyordu. İlk girdiğim salonda dikkatimi çeken şey nefis arabesk üslupla bezenmiş, kaligrafik tarzda “Ve La Ğalib İllallah”, Allah’tan Başka Galip Yoktur ifadesiyle işlenmiş zarif sütun ve duvar süslemeleri oldu. Bu ifade 13. yy’da İspanyollara karşı kazanılan bir zafer sonrası Granada’ya dönen emir Muhammed Bin El-Ahmar’ı karşılayan halkın “galip sensin, galip sensin” diye tezahürat yapmasına karşı emirin “Allah’tan Başka Galip Yoktur” diye onları düzeltmesi üzerine bir restorasyon neticesinde bu yapıya işlenmiş. Burada aslında geçmişten günümüze bir vefa, bir insanlık ve ahlak dersi de yansıyor. Bugünün kendini büyük, herkesten üstün gören bazı devlet başkanları ve iş insanlarına, bütün saray dile gelip “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var” diye bir serzenişte bulunuyor.
Girdiğim bu ilk salonda sonra daha büyük örneklerini bütün Endülüs’te göreceğim bir ucubelik hemen gözüme çarptı. İspanyollar “Reconquista” adını verdileri yeniden fetih hareketi neticesinde ülkede ele geçirdikleri her yerde yapıları ya yıkmışlar ya da Hristiyan inancına göre ama zevksiz bir biçimde yeniden dizayn etmişler. El Hamra’daki salonun girişinde sağ ve sol üst köşelere, güzelim işlemeli İslam sanatı kabartmaların tam üzerinde 16. yy.’da iki taç figürü ilave edilmiş. Özellikle de Ve La Ğalib İllallah yazılarına denk getirilmiş. Bunun anlamı şu: 16. yy.’da Habsburg tacını giyen ve Şarlken adıyla bilinen İspanya hükümdarı 1. Karl – aynı zamanda Almanya’da 5. Karl olarak tanınırdı – bu sarayı restore ettirip kendince bir intikam almış. Kastilya kraliçesi İzabel’le Aragon kralı Ferdinand’ın deli Juana’dan doğma torunu olan bu zat İspanya ve Almanya’yı kardeşi Avusturya Arşidükü Ferdinand’la birlikte yöneten kraldı. Taçlardan biri Habsburg hanedanını ya da diğer adıyla Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nu, ki ne Romalı ne de Cermendiler aslında, diğeriyse “Cennetin Krallığı”nı yani Kudüs hakimiyetini temsil ediyor. Şarlken bir nevi “ben ikisinin de imparatoruyum” diyor.
Bu bir anakronizm, bir hayalperestlik ve kendini bilmezlik aslında. Çünkü hiçbir zaman ne Habsburglar ne de onların müttefiki olan bir devlet Kudüs’e hakim olamadı. O zaman da, sonra da Kudüs Osmanlı İmparatorluğu toprağıydı. Şarlken’in kendini Kanuni Sultan Süleyman’a karşı küçük ve ezik hissetmesinin bir tezahürü olsa gerek bu yaptırdığı ilave… Sarayın arka tarafta kalan bir kısmı yine 16 yy.’da Şarlken tarafından yıktırılıp yerine o günün Batı tarzı bambaşka bir bina eklenmiş. Eski sarayın avlularından bakınca çarpıklık hemen belli oluyor. Bu yeni sarayın, ortası daire biçiminde bir avluya bakan dikdörtgen bir yapısı var. Büyük kapı, salon ve koridorlardan oluşan bina El Hamra kompleksine girişte Nasri Sarayına giden patikanın üzerinde sağda yer alıyor. Onun biraz gerisinde camiden dönüştürülmüş bir kilise, bitişiğinde eski bir hamam bulunuyor.
Nasri Sarayı’nın ardından Generalife olarak bilinen, asıl adı Cennet ül-Arif olan muhteşem bahçelere geliyor sıra. Buralar sadece envai çeşit bitkiyle bezenmemiş, mimarisi, havuzları, çeşmeleri ve birbirine bağlı nefis bahçe planlamasıyla hakikaten tam bir cennete dönüşmüş. Bugün etrafta yazlık olarak gördüğümüz bazı binaların aksine estetik olarak tam bir şaheser yaratılmış. Yeşile doymak, temiz havada Granada manzarasına bakarak su sesleri arasında gezinmek büyüleyici gerçekten. Burayı yıllar süren çabayla yetiştirip hazırlayan, bakımını yapanlar uzun ömürlü bir yapı olması için hiçbir şeyi esirgememişler. Saray genelinde temizlik üst düzeyde. Kışın turistin az, yağmurun bol olduğu havada bile her köşede bir temizlik görevlisi yerleri süpürüyor, bitkilerin bakımı yapıyor.
El Hamra’nın son kısmı Alcazaba olarak bilinen kalesi. Burası El Bayizin mahallesine bakan güzel konumuyla 360 derece video çekimi için seyirlik, ideal bir mekan. Burçlarda dolaşırken şehrin değişik açılardan panoramik manzarasını seyretmek ve sarayın dış cephe estetiğini görebilmek mümkün. Facebook’tan canlı yayın bile yaptım görüntü alırken. En yüksek burçta Endülüs otonom bölgesi, İspanyol ve Avrupa Birliği bayrakları yan yana dalgalanıyor. Alttaki plakette Ocak 1492’de şehri teslim alan Kastilya ve Aragon ordularına atıf yapılmış. Güzel olduğu kadar da hüzünlü ve düşündürücü bir manzara…
Dönüş yapmak için El Hamra’nın giriş kapısına doğru gidiliyor, aynı yerden çıkılıyor. Gişelerin sağında taksiler sıralanmış, kış ve çok soğuk olmasına rağmen saraya rağbet olduğu için ulaşım da aksamadan devam ettiriliyor. Bunlardan birine atlayıp, 5 Euro ücretle 5-10 dakika içinde şehir merkezine inip tur yapan mini trene biraz da koşarak son dakikada yetiştim. Trenin ücreti 7 Euro. Hatta artık öğlen olduğu için cadde üzerindeki pastanelerden birinden yanımda yemek üzere alelacele börek ve poğaça aldım aldım, bir yerde oturarak turu kaçırmak istemedim.
Tur eski şehir merkezi olan El Bayizin’deki beyaz boyalı evlerin olduğu eski sokakları da kapsıyor. Burada tünel şeklindeki tavernalarda gece Flamenko gösterileri yapılıyor ve rağbet çok olduğu için sahneye yakın olan ön koltuklara önceden rezervasyon yapılması tavsiye ediliyor. Burası şehrin eski Arap ve Yahudi mahallesi: Birlikte yüzyıllarca yaşama kültürünün geliştiği, İslam ve Yahudiliğin harmanlandığı ve birbirinden örf-adet düzeyinde, dini-felsefi düzeyde, hatta günlük yaşamın yeme-içme alışkanlıkları düzeyinde alış verişte bulunduğu bir yer. Granada’da olduğu gibi Córdoba, Sevilla ve Málaga’da da adları bugün de saygıyla anılan, üniversitelerde okutulan tıp, felsefe, edebiyat ve bilim alanlarının dâhileri yaşamış, Batı medeniyetinin bugünkü halini almasına katkıda bulunmuş.
Şehir turunun ardından merkezdeki Alcaiceria isimli ayakta kalan tek Emevi çarşısını görmeye gittim. Mimarisi, Arap dükkan sahipleri, renkli hediyelik eşyaları ve eski kapı-pencereleriyle yüzyıllar öncesinden bugüne yetişmiş bir hatıra. Temiz ve bakımlı. Çıkışta canı tatlı çekenler için özellikle soğuk havada sobaların da yakıldığı Plaza de Bib Rambla’yı öneririm. En ünlü kafesi de aynı adı taşıyan Gran Cafe Bib Rambla. Churros adı verilen kızarmış uzun hamur işi tatlılar çikolata sosu eşliğinde sunuluyor. Nefis ve hafif, yemeğin üstüne iyi gidebilir.