Kış
Granada’dan ayrılış vakti geldiğinde saat 2 gibi otelden eşyalarımı alıp taksiyle 3 otobüsüne binmek üzere terminale gittim. Ücret 10 Euro tuttu. Terminalden her 1 – 1,5 saatte bir Córdoba’ya otobüs kalkıyor, yolculuk iki saate yakın sürüyor aradaki molalarla birlikte, rahat ve sakin geçiyor. Otobüste Wi-Fi internet de var. Yol tam anlamıyla yemyeşil, tepeler ovalar her yer zeytin ağaçlarıyla dolu. Burası sanki tüm dünyanın zeytinini üretiyormuş gibi… Daha içerilere, kuzey batıya doğru giden yol kıvrım kıvrım ve gayet güzel. İspanya’da toprak iyi işlenmiş, tarım yaygın ve kontrollü olarak yapılıyor. Sanayi ve çarpık yapılaşmanın doğaya zarar vermesine müsaade edilmiyor. Yol üzerinde Alcala la Real (Kraliyet Kalesi) isimli bir kasabadan geçtik. Burası İspanya’daki tipik ortaçağ tarzı yerleşim yerlerinin bir örneği. Tepe üzerine kurulmuş bir kale, içinde ya da hemen bitişiğinde bir kilise/şapel ve eteklere doğru inen sık aralıklı evler…
Córdoba’ya, Arapça adıyla Kurtuba’ya vardığımızda saat 5 olmak üzereydi. Terminalden bir taksiye atlayıp otelimin yolunu tuttum. Eski şehrin tam göbeğindeki otelimin ismi La Llave de La Judería idi, yani Yahudi Mahallesinin Anahtarı. Hakikaten de burası Endülüs zamanında 400 Yahudi ailenin yaşadığı, labirent gibi dar sokakları, iki katlı bitişik nizam evleri ve nefis avlularıyla insanın içinde kaybolmak istediği bir mahalle. Otelim, eski yapıya sadık kalınarak restore edilmiş, temiz ve konforlu bir yerdi. İkinci kattaki odama çıkıp eşyalarımı yerleştirdim, aşağı inip dışarı çıktım. Hava en az Granada’daki kadar soğuk ve ayazdı, insanın içini donduruyordu. Bu taş evlerde kış şartlarında nasıl yaşadıklarını merak ediyordum.
Otelin önünden geçen sokağın devamı Córdoba’nın en büyük yapısı olan meşhur Büyük Cami’ye çıkıyordu. İspanyolca adıyla Aljama olarak bilinen müze akşam saat 7’ye doğru ziyarete kapandığı için içeriyi ertesi sabah gezmek üzere dış cephenin etrafında bir-iki tur attım. Burası ilk olarak 786-788 yıllarında Emevi halifesi I. Abdülrahman tarafından yaptırılmış. Aslen bugünkü Suriye’nin başkenti Şamlı olan halife, Abbasilerin egemenliği ele geçirmesinin ardından Endülüs’e gelerek kendi memleketindekinin benzeri ve bugün halen ayakta olan Emevi Camii’den esinlendiği bir yapı inşa ettirmek istemiş. Artan nüfusa hizmet verecek olan bu yapı, müteakip iki yüz sene içinde çeşitli genişletme, ekleme ve restorasyon çalışmalarına uğramış. Córdoba’nın siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Şam’ı geride bıraktığı bu dönem Endülüs’ün altın yıllarına denk geliyor aslında. 991’de halife El Mansur’un yaptırdığı genişletmeyle son halini alan camiye 966’da bugün çan kulesi olarak kullanılan minare eklenmiş. Dış kapı süslemeleri, kufi harfleriyle nakış gibi işlenmiş en az bin senelik kitabeler, devasa duvarlar ve çevre düzeni bir zamanların medeniyet merkezinin kalbi sayılan bu yapı hakkında bazı ipuçları veriyor.
Gece Córdoba’nın loş sokakları, gizemli havası bir başka güzel oluyor. Binalar ışıklandırılıyor, kış vakti restoranlara gelen birkaç kişiyle şehrin tarihi eski kesiminde tek tük gezenler dışında ortam sessizliğe bürünüyor. Burası bir açık hava müzesi, sokaklarda yürürken kaybolmak işten değil, ancak Google Maps sağolsun her girdiğim yerden bazen zaman alsa da yolu bulup çıkabildim. Caminin arkasında, Zafer Takı’ının olduğu San Rafael meydanından nehrin karşı kıyısına yürüyerek geçiş ayrı bir keyif. Roma dönemine ait bu köprü geniş, büyük taş blok ayaklar üzerine inşa edilmiş. Nehrin adı bütün Endülüs’ü dolaşan ve şiirlere konu olan Guadalquivir, Arapça ilk adıyla Gwad El-Kebiir (Büyük Vadi). Karşı yakada Torre de Calahorra isimli bir Roma dönemi kulesi var, buranın üzerinden eski şehrin panoramik görüntüsü seyredilebiliyor. Gece ışıklandırılmış şehrin silueti harikulade, nefis bir renk cümbüşü.
Dönüşte acıkmış olduğum için Blanco Belmonte Sok. üzerinde bir meydana kurulmuş olan Rincon Andaluz (Endülüs Köşesi) isimli restoranın dışarıdaki boş masalarından birine oturdum. Üzerine hafif zeytinyağı gezdirilmiş eski kaşarı andıran bir peynir tabağı, yanında Patatas Bravas yani küp patates dilimleri ve bir soda aldım. Yandaki dört-beş masa da doluydu. Açık havada bere, kaşkol ve eldivenlerle ve soba başında ancak oturulabiliyordu. Yemekten sonra, otelden yaptırdığım rezervasyonla 22:30’da başlayacak olan Flamenko dans gösterisi için yakındaki tablao ismi verilen tavernalardan birine gittim. Giriş kısmındaki holden geçilince içerideki alçak tavanlı taş odaya giriliyordu. Emevi döneminden kalan bu ev restore edilerek dans ve içkili eğlencelere tahsis edilmiş. İçerdeki bayan öndeki boş masada yer gösterdi, oturdum. Sandalyeler küçük ve alçak olduğu için pek rahat değildi, dans başladıktan sonra da bir yarım saat kırk dakika kadar oturdum. Güzel melodiler dinledim, dans Granada’dakine benziyordu ama ben öncekini daha çok sevmiştim. Uykum da geldiği için, bir saat süren gösterinin sonunu beklemeden kalktım. Yürüyerek bir on beş dakika sonra otele vardım, odaya çıkıp duş alarak yattım.
Sabah 7 gibi kahvaltı için kalkıp giyindim, aşağı indim. Şık döşenmiş otelin merdivenleri kadar salon ve koridorları da sevimliydi. Havanın buz gibi keskin soğuğundan kaçarak odadan odaya kendimi zor attım. Giriş katında avlundan geçilerek girilen küçük restoranda resepsiyonist bey yanıma gelerek ne arzu ettiğimi sordu. İspanyollar tip olarak biraz Akdeniz, biraz Afrika ve Arap ırklarının izlerinin biraz da orta Avrupa insanını çağrıştırıyorlar. Karışık bir ırk, konuşma ve hareket tarzlarıysa Akdeniz insanına ait. Bu bey de gayet misafirperver bir tavırla sipariş ettiğim omleti getirdi, kahvaltıdan sonra da Córdoba’yı yürüyerek gezebilmem için gerekli yerlerle konuşarak bir paket tur ayarladı. Tur saati gelene kadar otelden çıkıp gündüz gözüyle eski şehrin sokaklarında dolaştım biraz. Hammam Al Andalus’a girip fiyat sordum, hamam/banyo için 60 Euro dediler. Ilık bir havada gelip girilebilir, kışın o buz gibi havada yol üstünde kesinlikle üşütürdüm, onun için girmedim. Onun yerine ilerideki Casa de Las Cabezas isimli tipik bir Córdoba müze-evini gezdim. Burası iki katlı, avlusunda bir minik havuz ve çeşme olan, otantik şekilde döşenmiş eski taş evlerden biri. Şimdi ısıtma sistemi olmadığı için kış aylarında değil oturmak, dolaşmak bile zor olsa da eski devirlerde çatıdan aşağılara inen ve sıcak suyla çalışan bir ısıtma tertibatı varmış. Kapıdaki gişede oturan görevli bayan bununla ilgili bilgiler verdi.
10:30’da otelimden beni almaya gelecek olan rehberle buluşmak üzere ara sokaklardan geri yürüdüm. İçeride 20li yaşlarında Córdobalı bir rehber kız beni bekliyordu, buluştuk ve merkez ofislerine doğru yürüdük, yürürken de sohbet ettik. Saat 12’de otelden çıkış yapmam gerektiği için ilk başlarda 1-1.5 saatin yeterli olacağını düşünsem de turun toplam 3 saati bulduğunu öğrenince tur biletini aldıktan sonra sokaklarda kaybolmadan tekrar otele dönüp işlemlerimi halletmem gerekti. Google Maps’in hem Córdoba’da hem Endülüs’ün genelinde büyük faydasını gördüm bu anlamda… Odada üstümü değiştirip aşağı indim, valizimi bırakıp turla buluşma yerine, Alcazar de Los Reyes’e (Monarkların Sarayı) geldim.
15. yy.’da Katolik monarklar İzabel ve Ferdinand’ın sarayı olan bu yapının ilk temelleri Roma dönemine dayanıyor. Córdoba’nın kurulduğu bu dönemde askeri garnizon vazifesi gören şehir sonra gelişip büyüyerek 10. ve 11. yy.’larda nüfusu yüz bine kadar ulaşmış. Emevi halifelerine başkentlik yapan şehirde o zaman daha geniş bir alanı kaplayan saray kompleksi içindeki “kasr” bugün nehir kıyısından biraz içeride şehir surlarından çıkınca hemen solda yer alıyor. Girişte sağda bakımlı, temiz saray bahçeleri var, buradaki havuzların kenarından yürüyüp yeşile bol bol bakmak, temiz hava almak insanı dinlendiriyor. Bahçenin sonunda İzabel’le Ferdinand’ın önünde Kristof Kolomb’un olduğu heykeli bu sarayda 1483 yılındaki ilk görüşmelerine atfen yapılmış. Söylendiğine göre Kolomb denizden Hindistan’a gitme fikrinden ilk burada kral ve kraliçeye bahsetmiş.
Sarayı gezdiren başka bir İspanyol kadın rehberimiz İngilizce olarak hızlı hızlı biraz da üstünkörü olarak anlatıyordu buranın tarihçesini. Konuştuğumuzda on sene İngiltere’de yaşadığını, eski eşinin İngiliz olduğunu söyledi. Bahçedeki gezimizin ardından geldiğimiz yerden sola dönüp içeri girdik. Kapının sağında baktığımda bir Roma sütununun tabanının yerden 5-6 metre kadar aşağıda olduğunu farkettim. Bu da eskiden beri buradan gelip geçmiş medeniyetlerin birbirlerinin bıraktığı kalıntıların üzerine yeni yapılar inşa ederek şehri geliştirip büyüttüklerine işaret ediyor. İçeride solda bir büyük lahit var, Roma döneminde M.S. 2. yy.’da yapılmış, hatta o günün modası saç kesimine uygun kadın-erkek motifli kabartmalarla süslenmiş. Bu lahit sahipleri olan çiftin özel siparişi üzerine Roma’dan getirtilmiş. Saray şu an aktif kullanımda olmadığı için yalnız arkeolojik eserlerin sergilendiği büyük holler ve bir konferans salonunu barındırıyor.
Çıkışta dışardaki park yeri ve bahçe olarak kullanılan meydandan geçip tekrar sur içine girdik. Bu meydanda eskiden bir su sarnıcı ve hamam bulunurmuş. 10. yy.’a ait hamam kalıntıları Baños de Alcazar Califal adıyla bugün müze olarak hizmet veriyor. Meydandaki, hatta tüm Endülüs’te gördüğüm en ilginç anıtlardan biri Aşıklar Anıtı: 9. yy.’da hüküm sürmüş Arap halifelerinden Al-Mustakfi’nin sıradışı kızı olan şair Wallada zamanın yine ünlü bir şairi olan İbn Zaydun’a aşık olmuş. Birbirlerine sevgiyle bağlanan bu çiftin hikayesi dilden dile yüzyıllarca anlatılıp bugüne kadar gelmiş ve bir anıtla taçlandırılmış. Üzerinde yazdıkları aşk mektuplarının Arapça ve İspanyolca versiyonlarından birer paragraf olan anıtta birbirine uzanan iki el bu aşıkları simgeliyor.
Sur içindeki dar sokaklarda yürürken bir yandan da rehber bize Córdoba’nın tarihini anlatıyordu. Şehre özgü eski bir yemek olan ve soğuk içilen Salmorejo çorbası ilk zamanlarda ekmek, zeytinyağı, sarımsak, tuz ve bademden yapılırken Amerika’nın keşfiyle 16. yy.’da domatesin Avrupa’ya ulaşmasından sonra domatesle de yapılır olmuş. Calleja del Salmorejo Cordobes sokağı bu yemeğin anısına adlandırılmış, sokak tabelasının altına da bir tarifi asılmış.
Bir sonraki durağımız şehrin Yahudi mahallesi olan Judería. Córdoba en görkemli yıllarında bir çok ünlü Arap ve Yahudi bilim insanını barındırmış, Ortaçağ’da insanlığa adeta ışık veren bir merkez olmuş. Bu büyük düşünürlerin bazılarının şehrin çeşitli yerlerinde anıtları var, örneğin Maimonides. Diğerlerinden bazıları filozof İbn Rüşd (Averroes), İbn Zaydun ve oftalmolog Muhammed Al-Ghafiqi. Mahallede Casa Sefarad adlı bir müze-ev ve bakım nedeniyle kapalı olmasına rağmen bir de Sinagog bulunuyor. Sık ve dar sokaklı bu mahalle yakın aile kültürünü pekiştirmek ve sıcak yaz günlerinde serinlik bulmak için dışa karşı bir nevi korunak olarak tasarlanmış. Evlerin sokak kapısından içeri girildiğinde muhteşem bir bahçe, havuz ve iki katlı ev karşınıza çıkıyor. Dışarısı ayrı bir dünya, içerisi ayrı… Tarz ve mimari ruh olarak, yaşam stili olarak Suriye-Şam’daki eski Osmanlı evlerini andırıyor.
Yürüşümüzün son durağı olan Büyük Cami, ya da diğer adıyla La Mezquita-Catedral de Córdoba’ya geldiğimizde rehberimiz önden içeri girip biletlerimizi aldı. Sağ köşede halka açık olan tek kapıdan girince güvenlik görevlileri üzerimizi ve çantaları aradı. Kapıda da silahlı polisler gece-gündüz nöbet tutuyordu zaten. Görevli soğuktan giydiğim bereyi kastederek çıkarmamı istedi, rehberim de aynı şeyi söyledi, “burası bir Hristiyan mabedi ve içeride başınız açık olmak zorunda” dedi. Çıkardım, girdik. İçerisi ilk bakışta göz alabildiğine zarif yüzlerce sütunla bezenmiş bir hol idi. Yerler taş; eski bir Vizigot kilisesinin temelleri üzerine inşa edilmiş, hatta camekanlı bir bölümden en alttaki kilise kalıntıları görülebiliyor. Sütunlar yapının bel kemiği; ilk örneğine burada rastlanan ve aynı adla “Córdoba Kemeri” olarak adlandırılan kırmızı-beyaz renkli çift katlı sütunlar harikulade. Kıbleye bakan yönde muhteşem İslam süsleme sanatı örneklerini sergileyen Mihraplar var.
13. yy.’da Córdoba’nın Hristiyanlarca ele geçirilmesinin ardından cami fazla bir değişiklik görmemiş. Ta ki 16. yy.’da Şarlken’in iktidarı dönemine kadar… Granada’da görülen ucubelikleri neredeyse gölgede bırakacak bir ekleme de bu camiye yapılmış: Ortaya yapının özüyle hiçbir ilgisi olmayan koskoca bir katedral inşa edilerek mimari bütünlük bozulmuş, o güzelim sütun ormanının ortası oyulup yüksek tavanlı, başı sonu belirsiz dev bir taş yapı meydana getirilmiş. Caminin o ulvi havası kaybolmuş, geriye koca bir boşluk kalmış.
Bir ara rehberle konuşurken, bu caminin İstanbul’daki Aya Sofya’yla kıyaslandığını söyledim, ne düşündüğünü sordum. O da aynen böyle söyledi, “burası boş bir yer ama duyduğuma göre Aya Sofya’da ruhani havayı hala teneffüs edebilmek mümkünmüş” dedi. Kısacası, evet etraf temiz ve bakımlı, güvenlik yerinde ve ziyaretçisi bol ama Córdoba Camiini öldürüp geriye koca bir boşluk bırakmışlar. Bugün hala faal olan, ayinler düzenlenen katedralin yapımı bitmesine yakın Şarlken gelip çalışmaları yerinde görünce o bile şok olmuş. Kilise otoritesine “eğer böyle bir şey yapacağınızı bilseydim asla izin vermezdim” demiş ama iş işten artık geçmiş ve inşaat tamamlanmış. Yakın zamanlarda, şehirde yaşayan 7000 kadar Müslümana da hizmet vermesi amacıyla yapının en azından bir bölümünün cami olarak tekrar hizmet vermeye başlaması için hem İspanya Kilisesi hem de Vatikan’daki papalık nezdinde girişimler yapılmış ama özellikle İspanyol otoritelerin itirazı sebebiyle sonuçsuz kalmış.
Camiden çıkışta rehberle vedalaştık ve ayrıldık. Saat öğleni çoktan geçtiği için acıkmıştım. Hemen karşı köşede bulunan Bar Taverna Santos isimli restoran İspanyol omleti Tortillasıyla ünlü. İçerisi küçük, salaş bir mekan gibi, bir-iki masası var ama müşterisi çok. Duvarlarda boğa güreşlerinde çekilmiş resimler ve ünlü bir matador olan Cordobes’in fotoğrafı asılı. Omlet nefis. Porsiyon büyük olduğu için bir dilim yetiyor bile…
Oradan çıkışta sokaklarda gezerken Casa Pepe de La Judería isimli bir restorana gözüm takıldı, şık ve otantik bir yerdi. İçeri girdim, canım tatlı çektiği için menüde olup olmadığını sordum. Tabi ki dediler, içeri buyur ettiler. İkram, intizam ve müşterilerinden mekanın kalitesi okunuyordu, üst düzey bir yerdi. Menüyü aldım, biraz göz gezdirdim ve dondurmalı Córdoba pastasından bir dilim sipariş verdim. Garson sipariş alırken nereli olduğumu sordu, İstanbul dedim. Meğer servis gelince beni bir sürpriz bekliyormuş… Tabakta çikolata sosuyla “İstambul” yazıyordu 🙂 İspanyolca’da İstanbul Estambul olarak yazılıyor, ona benzer bir şekilde yazmışlar… Mutlu oldum tabi hem bu jeste, hem de başka bir ülkede memleketim İstanbul’un anılmasına.
Restoran’dan çıkışta yürüyerek yakında otobüs durağına gidip City Sightseeing’in bir sonraki turunu beklemeye başladım; soğukta beklemek istemediğim için beş dakika sonra tur şirketine telefon açıp otobüsün kaçta geleceğini sordum. GPSle takip edilen otobüsün şansıma bir dakika içinde varacağını söyledi. Şehir turu 22 Euro. Nehrin karşı kıyısına geçip şehrin yeni mahallelerini, konutları, geniş cadde ve modern yapıları görme fırsatı buldum. Burası gerçekte sakin, müreffeh bir Avrupa şehri. İnsanlar mutlu. Hatta sabahki rehberim de aynı şeyi söylemişti, “burada yaşamaktan herkes mutludur” demişti.
Tur bitince otele gidip bavulumu aldım, bir taksi çağırtıp on dakika mesafedeki Córdoba tren istasyonuna gittim. Bir sonraki durağım Sevilla’ya saat 17:25’de kalkacak olan hızlı trenime aynı gün içinde bilet almıştım. Bekleme salonuna girip oturdum. Etrafta mağazalar, kafeler vardı, geniş ve ferah bir mekandı. Düzenli ve temizdi. Bir ara bilet ofisine uğrayıp biletimi bastırttım, hızlıca yardımcı oldular. Sonra aşağı inip peronda bir beş dakika kadar daha bekleyip trene bindim. İspanya’daki hızlı tren olan Renfe saatte 300km. hıza çıkarak şehirlerarası hizmet veriyor. Gayet konforlu, rahat ve sessiz. Yolculuğumuz kırk beş dk. sürüyor, saatinde Sevilla Santa Justa tren istasyonuna varıyoruz. Etraf oldukça kalabalık, dışarıda taksiler hazır bekliyor.