Kış
Eski şehrin Yahudi mah. olan Judería’daki otelim Murillo yalnızca yayalara açık olan bir ara sokak üzerindeydi. Santa Justa’dan taksiyle on dakika süren yolculuğumda havanın kapalı olduğunu farkettim, yağmur çiseliyordu. İnince otelime bir-iki dakikada yürüyerek vardım. Granada’dan beri her kaldığım otel bir öncekine nispeten daha kaliteli oluyordu. Burada da geniş, hoş bir lobi ve güzel döşenmiş bir oda beni karşıladı. Check-in’den sonra yukarı çıkıp eşyalarımı yerleştirdim ve tekrar aşağı indim. Lobideki görevliden yardım isteyip yandaki büyük ekranlı makineden şehirdeki kültür-sanat-eğlence aktivitelerinin listesine baktım. Güzel bir sistem kurulmuştu, gün-gün, saat-saat istediğiniz etkinliği seçip hemen oracıkta bilet alabiliyordunuz. Ben de Flamenko şovlarına göz gezdirdim, aralarında yer bulabildiğim tek gösteri şehrin en ünlü teatral mekanı olan El Palacio Andaluz (Endülüs Sarayı) idi. Biraz pahalı olsa da (41 Euro), fiyata içecek de dahildi ve şov kalabalık, profesyonel bir grup tarafından sergileniyordu.
Biletimi aldıktan sonra otelden çıkıp sağa döndüm. Elimde şemsiye, ara sokaklarda çiseleyen yağmurun altında biraz da romantik bir ortamda etrafı dolaşmaya başladım. Sefarad müzesinin önünden geçtim, açılış saatlerini sordum ertesi gün uğramak üzere. Devam edip akşam yemeği için uygun bir kafe, restoran, bar ne bulabilirsem biraz da keşfetmek amaçlı olarak etrafı arayıp taradım. Google Maps’ten, Top 10 rehberinden ya da FourSquare’den yolumun üzerinde tavsiye edilen yerlerin hepsinin her nedense akşam vakti kapanmış olduklarını gördüm… Bir kafe/pastane tarzı yer gördüm, tatlı istemediğim için girmedim. Maria Auxiliadora Cad. üzerinde meğer birkaç güzel mekan varmış ama bunları çok geç farkedecektim. Öncesinde tiyatronun karşısındaki bir köşe bar/kafe tarzı yere oturdum. Peynir tabağı, yanında ekmek ve biraz da patates sipariş verdim. Bira olarak da Sevilla’nın yerel markası olan Cruzcampo’dan bir şişe söyledim.
Etraftaki masalarda genelde yaşlılar oturuyordu. Bir tek yan masada iki genç kız vardı, onlar da meğer tiyatronun oyuncularıymış, matineden önce oraya gelip bir şeyler içiyorlardı herhalde. Saat 9 buçuğa doğru kalktım, yolun karşısına geçip tiyatroya girdim, içerdeki görevliler karşılayıp bilgi verdi. Önce giriş katındaki Flamenko müzesini gezdim. Tarihi resimler, kostüm ve eşyalar, şovlardan enstantaneler vardı. Kısa bir gezintinin ardından üst kata, gösterinin yapılacağı ana salona çıktım. Burası yemek masalarıyla dekore edilmiş, ön-orta-arka kısımlar olmak üzere üçe ayrılmış büyük bir mekan. Ortada localar var. Sahneyse “T” şeklinde seyircilerin arasına giriyor. Bu sefer önümdeki masada tek bir bayan, onun önündeyse Rus bir grup oturuyordu. Sahneye yakındım, rahatça görebiliyordum.
Grup saat 10’da sahne aldı. Bölümler halinde teatral bir dans gösterisi, bir nevi müzikal ortaya kondu. Her perdede kostümler değişti, dekor yenilendi, başka bir hikaye müziğe ve dansa döküldü. Bayanların hepsi genç ve güzeldi, erkeler de yapılı ve karizmatik görünüyordu. Çok ama çok yüksek tempolu, inanılmaz bir kondisyon ve koordinasyon gerektiren son derece başarılı danslar sergilediler, seyircilerden de her seferinde büyük alkış aldılar. Flamenko’nun tutkulu, ateşli dansı herkeste hayranlık bıraktı, müthiş bir enerji birikimine yol açtı. Gösteri sırasında fotoğraf ve video çekmek yasak olmasına rağmen sonunda birkaç dakikalığına izin verdiler. İki saate yakın süren gösterinin sonundaysa salondan mutlu ayrıldım… Çıkışta hatıra eşyalar satmak için bazı oyuncular kapıda dizilmişlerdi. Nereli olduklarını sordum içlerinden güzel olan esmer bir kıza 🙂 Almanya, Yunanistan, Arjantin, Ukrayna gibi yabancılardan oluşan bir topluluk olduklarını öğrendim. İlginçtir ki aralarında İspanyolları saymadı, bir-iki kişi olduğunu tahmin ediyorum yine de.
Çıkışta sağanak artmıştı, şemsiyemin altına girip 1.5km ötedeki otelimin yolunu tuttum. O arada etrafta hala açık olan bar ve restoranlar gördüm, demek yolun bu tarafından gelseymişim fazla aramaya gerek kalmadan oturacak bir yer bulabilirmişim. Neyse deyip yoluma devam ettim, otelime varınca duş alıp biraz televizyona baktım. Endülüs’ün yerel kanalları vardı, onları biraz seyrettim, haber kanallarında gezindim, şehirle ilgili bir şeyler okuyup sabah erken kalkmak üzere yattım.
Ertesi gün kalkıp kahvaltı için aşağı indim. Açık büfe güzel bir menü vardı, restoran fazla kalabalık değildi ama Granada ve Córdoba’ya nazaran daha çok turist aileler vardı. Bitirince yukarı çıkıp hazırlandım, eşyalarımı toplayıp saat 8 gibi check-out yaptım. 8:30’da şehri ücretsiz olarak gezdiren rehberli tura katılacaktım, onu beklemek için lobide oturup biraz dinlendim. 8:15 gibi İspanyol rehberimiz geldi, çıktık, yol üzerinde diğer otellerden de insanları alıp şehrin bir meydanında o günkü tura katılacak kafilelerle buluştuk. Dillere göre yeniden gruplara ayrılıp İngilizce konuşan rehberimizle yola koyulduk. Bu tip turlarda alışık olunduğu üzere rehber Avrupalı turistlere göre espriler yapıp herkesle samimi olmaya, sempatik görünmeye, bir nevi “buzları eritmeye” çalıştı. Yaşlı-genç çeşitli ülkelerden 15 kişi kadar vardık. Bir süre böyle yola devam ettik ama gerek rehberin İngilizcesinden gerekse üslubundan ötürü sıkılmaya başladım, gruptan da arada ayrılıp sıvışanlar oldu. Sonuna kadar dayanmaya gayret ettim. Sırasıyla Yahudi Mahallesi, Alcazar, Sevilla Katedrali, La Giralda, sahil yolu ve Torre del Oro’yu (Altın Kule) dışarıdan gördük.
İspanya’nın bütün belli başlı şehirlerinde olduğu gibi Katedral eski bir Endülüs Camii’nin üzerine inşa edilmişti. Dünya’nın en büyük dördüncü Hristiyan mabedi ünvanına sahip bu bina hakikaten bahçesiyle birlikte çok geniş bir alanı kaplıyor. Hemen yanı başında yine Endülüs’ten kalma bir minare olan La Giralda isimli muhteşem yapı duruyor. Tek biletle her ikisini de gezmek mümkün yalnız sıra çok uzun olduğu için önceden rezervasyon yapıp hızlıca geçmekte yarar var. Giralda’nın balkon kısmına kule içindeki yokuş yukarı yoldan çıkılıyor. Eskiden müezzin günde beş kere yukarı çıkıp ezan okurmuş, bunu merdivenle yapmak çok zor olacağı için atla hızlı iniş-çıkışa uygun bir yol yapılmış.
Sevilla eski şehrinin merkezindeki bu ana yapıların yanındaki sokaklardan Guadalquivir nehri kıyısına iniliyor. Boğa güreşlerinin yapıldığı Plaza de Toros’u dışarıdan görüp yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yolda rehberle biraz sohbet ettim, Arapça öğrendiğimi söyleyince Alcazar’ı gezmemi önerdi, nitekim orada da Granada’daki gibi hat ve süsleme sanatının güzel örnekleri bulunuyormuş. Nehrin öbür tarafında Flamenko’nun doğduğu yer olduğuna inanılan eski Çingene Mah. varmış. İsmi Paseo del Rio Guadalquivir olan caddede Torre del Oro’nun önüne gelince durduk, rehber burasıyla ilgili bilgiler verdi. Endülüs devrinde yapılan bu zarif kulenin en tepesi altın kaplama olduğu için bu adı aldığı rivayet ediliyor. İlk zamanlarda şehrin gözetleme ve savunma kulelerinden birisiymiş. İçerisinde küçük bir müze bulunan kulenin üstüne de çıkılıp güzel manzarayı seyretmek mümkün. Bu noktada rehberimize haber verip gruptan ayrıldım çünkü hem henüz gezmek isteyip gidemediğim yerler vardı hem de akşam trenine yetişip çok geç olmadan Cádiz’e gidecektim.
Önce yakındaki büyük bir kafede oturup yemek yedim. Ortam gayet kalabalıktı, yemeklerse lezzetli ve servis kaliteliydi. Sonra Córdoba’daki gibi burada da City Sightseeing tur otobüsüne binip Sevilla’yı hızlıca görme imkanı buldum. Geniş caddeler, portakal ağaçlarıyla süslü şirin sokaklar capcanlıydı. İlkbahar aylarında yapılan festival zamanında çok daha renkli ve hareketli oluyormuş şehir. İnince, dönüş yolum üzerinde Yahudi Mah.’deki Sefarad Müzesi’ne uğradım. 10. yy.’dan itibaren Endülüs’ün genel gidişatı içinde Yahudi cemaatinin yeri, Engizisyon ve sonrasında gelen sıkıntılı dönemler, Osmanlı da dahil Akdeniz’in dört bir köşesine dağılanlarla ilgili resim, harita ve kitap bulunuyordu müzede. Sevilla’da yaşamış ünlü Yahudi dönmeler (görünüşte Hristiyan olup gizlice Yahudiliği devam ettiren Marrano’lar ya da tamamen Yahudiliği terk etmiş olan Converso’lar) ve onların ilginç hikayeleri anlatılıyordu duvarlardaki yazıtlarda. Özellikle 13. yy.’da Sevilla’nın Hristiyanların eline geçmesinden sonra bu mahallede sıkışıp kalanların hikayelerini okuyunca insanın içini bir tevazu kaplıyor. Eskiden burada bulunan dört sinagogdan şimdi eser yok, ya kiliseye çevrilmiş ya da yıkılmış. Müslümanların Endülüs’te uğradığı akıbetten Yahudiler de nasiplerini almışlar.
Çıkışta sokakta yürürken hediyelik eşya satan dükkanların birinde kartpostallara göz attım. Farkettim ki Alcazar sarayı hakikaten görülesi, muhteşem bir yapıymış. Hemen saatime baktım ve neyse ki trenime biraz daha vakit olduğunu gördüm. Hızlı adımlarla 5-10 dakika mesafedeki saraya yürüdüm, kapanma saati olan 5’e on beş-yirmi dakika vardı. Kapılardan koşar adım geçip gişeye geldim, önümde iki kişi daha vardı. Gişedeki memur rehberli gezinin bittiğini ve sarayın bir bölümünün de kapanacağını söyledi, yılmadım ve yine ne görebilirsem kardır diyerek 20 Euro’ya bilet alıp içeri girdim. Hakikaten de buna değdiğini farkedecektim… Saray avlularından başlayarak Endülüs tarzı nefis işlemeler, oymalar ve İslam kaligrafisinin güzide örneklerinin olduğu binaları dolaştım. Granada’daki El Hamra sarayına çok benziyordu bazı bölümleri. Havanın da güzel olması avlularda dolaşmayı ayrı bir keyif yapıyordu. 13. yy.’da Sevilla’nın Hristiyanlarca alınmasının ardından Endülüs-Arap mimari ve sanatına düşkün olan İspanyol kral I. Pedro zamanında Mudéjar tarzında inşa ettirilen bu saray için Córdoba ve Granada’dan Müslüman ustalar getirilip çalıştırılmış. O devirde halklar arasında siyah-beyaz gibi kesin bir milli ayrılık olmadığı için emirlikler ve krallıklar birbirleri ile kah savaşır, kah barışır, kah birlikte iş yaparlarmış.
İçeride duvarlarda dev yağlıboya tablolar gördüm. 16.yy.’da Habsburg sarayı olarak hizmet vermiş bu yapıda Şarlken’in hatırasına 1534’te Tunus’a yaptığı ve başarılı tek seferini tasvir eden birçok resim ve halı asılmış idi. Bu tema bütün sarayda işlenmiş, adeta Tunus seferi ile burası yeniden hayat bulmuş gibi bir hava yaratılmıştı. 16. yy. İspanyolcası ile yazılmış anlatı metinlerinde “İspanya Krallığı’nın düşmanı Barbaros’un (ismi Barbaroja olarak geçer) Hristiyan sahillerine saldırılar düzenlediği ve çok zarar verdiği, bu sebeple Garp Ocakları’nın merkezi Tunus’a sefer tertip edilip Barbaros’un oradan çıkarıldığı” anlatılıyordu. Salonları hızlıca dolaşarak fotoğraflarını çektim.
Müzenin mucizevi bir şekilde neredeyse tamamını dolaşarak çıktım ve hızlı adımlarla otelime döndüm. Resepsiyondan bir taksi istedim ve on dakika dakika sonra Sevilla Santa Justa istasyonuna geldim. Biletimi içerdeki rezervasyon ofisinde bastırtıp aşağı kata peronların olduğu yere indim. 17:45’deki trenime bir on dakika daha vardı. Córdoba’dan Sevilla’ya gelirken bindiğim hızlı treninin bir benzeri yanaştı, kapılar açıldı, içeri girip oturdum. Cádiz yolu iki saate yakın sürdüğü için akşam karanlıkta varmış olacaktım. Hava yağmurlu ve gri olduğu için etrafı pek göremedim, yolda yalnızca biraz kitap okudum…