Sonbahar
Mısır’a ilk gidişim kardeşim Can’la bir tur firması üzerinden İstanbul-Kahire gidiş-dönüş dört günlük paket tura katılmamız neticesinde oldu. Bir Ramazan bayramı arifesinde İstanbul’dan charter seferle kalkan THY uçağı bizi öğle saatinde Kahire havaalanına indirdiğinde hava açık ve ılıktı. Vizelerimizi kapıda alıp çıkarken bizim indiğimiz terminalin temiz ve düzenli oluşu bende iyi bir ilk intiba oluşturmuştu, fakat bu fikrim hem şehre gidince hem de müteakip diğer seyahatlerim neticesinde tamamen değişecekti. Tur otobüslerimizle, aslen İskenderunlu Arap olan rehberimiz eşliğinde Nil nehrinin batı yakasından bütün bir şehri katederek otelimizin olduğu Gize’ye geldik. Burası piramitlerin olduğu, şehrin varoşu sayılabilecek tenha ve gürültüden kısmen uzak bir mahalle. Pyramids View isimli otelimizin balkonundan isminden de anlaşılacağı üzere piramitleri tam karşıdan görmek mümkündü.
Sabahtan acıkmış olduğumuz için öğle yemeğini otelin mütevazi restoranında yedik. Garsonun “Egyptian Salad” diye takdim ettiği bildiğimiz çoban salatasından, yanına da tavuk kızartmadan söyledik. Sonra çıkıp biraz dinlendik, akşamı otelde geçirdik. Mısır’da kaldığımız dört gün boyunca Kahire’nin bütün belli başlı turistik mekanlarına gittik: El Gamaleya mahallesindeki Han El Halili’de bizim Kapalı Çarşı misali hediyelik eşyalara bakıp esnafla sohbet ettik; Türkleri görünce “Hasan Şaş yavaş yavaş…”diyorlar hep, bunu bir kupa maçında televizyondan dinleyip öğrenmişler. Yanındaki büyük El Hüseyin camiinin çevresini saran nargile kafelerde (şişa diyorlar) oturduk; Selahaddin-i Eyyubi’nin yaptırdığı hisarı ve içinde bulunan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yaptırdığı Türk-Osmanlı tarzı camiyi gezdik. Kahire’nin panoramik fotoğraflarını çektik, şehirdeki en yüksek nokta olan Kahire Kulesi’ne çıktık. Piramitleri, Sfenksi, Tahrir Meydanını, Nil nehrini ve daha birçok irili ufaklı mekanı gezerek Mısır’ın büyük başkenti hakkında genel bir kanıya sahip olduk.
Kahire 10. yy’da Fatımiler döneminde kurulmuş bir şehir. Maliki mezhebine mensup olan Mısır halkı, çok eski çağlardan beri bu bölgede yaşayan Kıpti, Arap, Rum, Yahudi kavimlerin karıştığı; Roma’dan Araplara, Fatımilerden Memluklulara ve Osmanlılara, Fransızlardan İngilizlere birçok medeniyetin gelip geçtiği, değişim ve dönüşümler geçirerek bugünkü şeklini aldığı ilginç bir erime potası aslında. Şehir karakter, mimari ve yaşam tarzı itibariyle nerdeyse tamamen Arap üslubunda olsa da sömürgeci Fransa ve İngiliz idareleri döneminde birçok yeni tarzla tanışmış, bunlar şehre renk katmış. Kahire’de bu tarz şık kafelerden birinde toplantı öncesi oturup yorgunluk attığımızı hatırlıyorum. Osmanlıların bıraktığı izler arasında çeşme, sokak isimleri, konaklar gibi yerler olmakla birlikte bir Lübnan ya da Kıbrıs’taki kadar göze görünür değiller, dolayısıyla meraklıların özellikle arayıp bulmaları gerekiyor. Aslen Türk ve Çerkez asıllı olan Memluk kavmi bu şehre çok nadide yapılar katmış, hatta bazı görüşlere göre İstanbul’dakinden bile daha zengin ve güzel bir miras bırakmış.
Mısır’ın genelinde olduğu gibi Kahire’yi de geç Osmanlı dönemindeki nisbi geriliğinden çıkarıp kalkındıran, bugünkü seviyesinde gelmesine vesile olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa aslında. Mısır’a vali atandıktan sonra Osmanlıya isyan eden, hatta ordusu Kütahya önlerine kadar gelebilen paşa reform hareketleriyle ülkede pamuk üretimi gibi Nil’den beslenen çok kritik bir ihraç kalemini öne çıkarmış ve ilk fabrikaları kurmuş. Bu hamle kesintisiz olarak devam edebilse, Mısır bugünkünden farklı bir çehreye sahip olabilirmiş. İngiliz sömürge dönemi ve ardından gelen iç karışıklıklar, Cemal Abdül Nasır-Enver Sedat-Hüsnü Mübarek-Muhammed Mursi-Abdülfettah El Sisi’nin tek adam rejimleri, savaşlar gibi hadiseler yüzünden Mısır bugün ekonomik, siyasi, toplumsal anlamda içler acısı durumda, tabir yerindeyse çöküşün eşiğinde bir ülke. O kadar ki halka moral vermek için batı destekli kukla rejimin son 30-40 yılda yaptıkları ülkeyi 2011’de patlamanın eşiğine getirmiş, Arap Baharı’nın en önemli halkası olan Tahrir Meydanı ayaklanmasına sebep vermiş. İsrail’le yapılan 1967 Altı-Gün ve 1973 Yom Kippur Savaşı’nda Arap ordularının aldıkları ardı ardına mağlubiyetler, ülkede sosyo-kültürel bilinçaltında derin bir yara açmış. 1973 Arap-İsrail savaşının ilk safhasında kısa süreli de olsa başarı kazanan Mısır, savaşın sonunda orduları imha edilmekle burun buruna kalıp Sina Yarımadası’nı kaybetmesine ve İsrail tankları Kahire’nin varoşlarına girmesine karşın bunu sanki bir zafermiş gibi milli destana dönüştürmüş. 6 Ekim 1973’te yapılan ilk ileri kanal harekatının anısına Kahire yakınlarında bir müze yapılmış. Burada İsrail’den ele geçirilen silah ve araç-gereçler sergileniyor. Grupça beraber gidip bu müzeyi gezdik.
Kahire’nin genel görünümü son derece bakımsız ve pis. Binalarının çoğunun yarı bitmemiş durumda olduğu 20 milyonluk dev şehrin dar ve fakir sokaklarında insanlar tabir yerindeyse mezarlıklarda yaşıyor… Çöpler özellikle varoş mahallelerde toplanmamış halde yığılı duruyor. Sular, yemekler, caddelerin durumu bir geri kalmışlık örneği. Trafiği söylemeye gerek yok, tam bir felaket. Sıkışıklık, yol ortasında gördüğümüz kazalarda alev alev yanan arabalar, çıldırıp kendini arabaların altına atan sıradan insanlar… Kahire’de yaşam cehennemdir desek herhalde abartmış olmayız. Bu duruma sebep sadece ülkenin ekonomik geri kalmışlığı değil: Suyun kıt olduğu bu şehirde çöl kumunu, tozu ve çöpü temizlemek için New York belediyesinin imkanlarına sahip olmak lazım. Bu kadar büyük bir nüfusu o ölçüde üretmeden beslemek, eğitim ve iş vermek için Suudi Arabistan’ın petrol rezervlerine sahip olmak lazım. Entelektüel kesim gelişmiş olsa da, İsviçre standartlarında bir hayat sürse de bu, ülkenin %10’na ancak tekabül edebiliyor, geri kalanı çöplüklerde kaderine terkedilmiş halde yaşıyor. Klasik Şark kurnazlığı, hilebazlık, dilencilik ve her türlü köşe dönmeci, avantacı zihniyet kol geziyor. Piramitlerde dilenip haraç kesenlerden yolda taciz edenlere, kazık atmaya çalışan taksimetresiz külüstür arabalardan şehir içinde yolcu taşıyan at arabalarına kadar Kahire tam bir gayya kuyusu. Bir yandan korkunç bir baskı, fakirlik, bıkkınlık öte yandan doğuya has bir kültür, tarih ve egzotizm…
İlk seyahatimizin en ilginç anılarından biri Kahire’de akşam yemeği yemek için turun grubu serbest bıraktığı akşam oldu. Ramazan Bayramı olması nedeniyle bütün şehir ana-baba günüydü. Yollarda binlerce çoluk-çocuk genç-yaşlı bir yerden diğerine akıp duruyordu. Otobüs şoförünün bizi indirdiği güya Tahrir Meydanı’na yakın olan yerden cadde-cadde dolaşıp 8-10 kişilik rehbersiz grubumuzla yemek yiyebileceğimiz açık bir restoran bulmaya çalıştık. Önce McDonalds’a gitmeye çalıştık. Aramızda olan sarışın, güzel bir Türk kız ve yanındaki nişanlısı yürürlerken caddeden geçen kara kalabalıkların davetsiz bakışlarına maruz kalıyorlardı. Ordan geçen bir sivil polis devriyesi bizi farkedince durdurdu, ne yapıp ne ettiğimizi sordu. Etraftan gelebilecek tacizvari hareketlere karşı yanımıza iki polis koruması verdiler bize McDonalds’a kadar eskort etmeleri için. Vardığımızda maalesef bir de baktık ki içeriye girmenin imkanı yok, sıra dışarılara taşmış durumda… Yürüyüşümüze devam ede ede bu sefer TGIF adlı restoranı aramaya başladık, Nil Nehri kıyısında olduğunu öğrenmiştik. Git git bir türlü bulamadık, kaybolduk. Yol gösteren yok, Arapça tabela okumayı bilen yok, zaten tabela da yok doğru düzgün. Hadi dedik bari iki taksiye binelim öyle gideriz, imkanı yok. Ortada ne boş taksi var ne öyle bir sistem. En sonunda dördüncü dünya ülkelerinde yaşanacak bir şey yaptık ve yoldan geçen bir at arabasını çevirerek 8-10 kişi üstüne bindik… Yollar felaket trafik, biz meğer Nil Nehri’nin karşı tarafındaymışız. Sürücü bizi bir otoyol köprüsünün üstünden karşı tarafa geçirmeye çalıştı. Giderken bazılarımız kenarlara asılarak ayakta duruyor, bazıları oturuyordu. Araba çok sallanmaya başlayınca düşme tehlikesi geçirenler oldu ve arabayı durdurup inmek zorunda kaldık. Tam bir maceraydı. İnip nehir kıyısına yakın biryer bulduk neyse ki, bir kafeterya gibi eski ve güzel bir binanın alt katında. Geçip oraya oturup birşeyler atıştırdık, çay-kahve içtik.
Diğer bir akşam, nehirde yemekli tekne gezintisine çıktık. Gökte dolunay vardı, gece ışıklar da olunca yanında güzel manzara eşliğinde kah terasta kah arkada etrafı seyrederek gezinti yaptık. Yemekler açık büfe olarak içeride servis edildi. Arada bizim “köçekçeler” diye tabir ettiğimiz zenne tipli dansçılar sahne alıp renkli elbiseleri içinde döne döne hem ışık hem dans gösterisi yaptılar. Bunlar aslında Mısır’ın sufi dansçılarıymış. Gece nispeten daha serin olan hava rüzgarsız ve sakindi. Açık havada tekneyle gezinti yapmak sokaklarda dolaşmaktan daha cazip geldi bize.
Gezimizin olmazsa olmaz durağı tabi ki de Gize’deki beş bin yıllık piramitlerdi. Bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış üç büyük, üç de küçük piramitten en büyüğü ve Dünyanın Yedi Harikası içinde yer alanı Keops 145,5 metre yüksekliğe sahip. Keops gibi diğerleri de, sırasıyla Kefren ve Mikerinos, Kahire’nin dış mahallelerinden rahatlıkla görülebiliyor, akşam güneş batarken ayrı sabah güneş doğarken ayrı bir mistik hava barındırıyor. Buranın binlerce yıllık tarihini günümüze getirip, bir zamanlar zirveye hükmetmiş bir medeniyetin bugün hoş ve estetik birer hatırası olarak zihinlerde yer ediniyorlar. Firavunlara mezar olması maksadıyla inşa edilen piramitler dışardan ilginç görünse de bugün artık içinde hiçbir şey bulunmuyor. Yıllar içinde arkeolog, kaşif ve de mezar hırsızları tarafından talan edilmiş olan bu yapıların labirent şeklindeki dar dehlizleri çoktan çözülüp gezilmiş, firavun mezarları tamtakır boşaltılmış, paha edecek ne varsa herşey ya koleksiyonerlerin ya da müzelerin salonlarını boylamış. Bugün antik Mısır’ın en önemli hazineleri Londra, Paris, Cenevre, Berlin gibi belli başlı batı kentlerinde bulunuyor. Özellikle Napolyon’un Mısır seferi için arkeolog ve bilim adamlarından oluşan kalabalık bir grupla geldiği ve bu antik medeniyetle ilgili çok detaylı olarak çalışma yaptırdığı, Fransa’ya onun döneminde paha biçilemez eserler götürüldüğü biliniyor. Eski Mısır yazısı olan Hiyeroglif’in çözülmesi de onun zamanında yapılmış. Rosetta Taşı olarak bilinen ve etrafında bir anlaşmanın hem Kıpti dilinde hem Yunanca versiyonları olan taşı bulan Şampolyon isimli bir Fransız ilk defa bu yazı dilini çözerek geçmişe ışık tutmayı başarmış.
İnsan başlı, aslan vücutlu ünlü Sfenks de piramitlerin hemen yakınında bulunuyor. Boyut olarak filmlerde göründüğünden, tahminlerden daha küçük olan bu obje yıllar içinde çok yıpranmış. Burun kısmı Fransız istilası döneminde çıkan çatışmalarda düşüp kırılmış. Gize’deki bu alanın insanı biraz hayal kırıklığına uğratan tarafları da var: Örneğin etrafın pisliği ve bakımsızlığı, kum ve taş yığınları arasında kalmış olan bu eski yapılar, ikide bir gelip bahşiş isteyen at ya da deve sahipleri, dilenciler gibi… En önemlisiyse yakından bu yapıların hiç de uzaktan göründükleri gibi egzotik olmadıkları. Piramitlerin altındaki mezar odasında hiçbir şey yok örneğin. İniş daracık ve karanlık bir koridordan iki yönlü olarak yapılıyor. 100 kiloluk Amerikalı turist kadınlar sıkış-tıkış girip çıkmaya çalışıyorlar. Biz dolayısıyla girmedik, dışarıda etrafı seyrettik. İstanbul’dan geldiğimiz tur şirketinin rehberi de kötüydü maalesef, komisyon almak için fırsat kollayıp herşeyi kendine yontan garip bir adamdı. Bir ara laf kavgası bile ettik bu yüzden, neyse iş fazla uzamadan ayrıldık.
Gize’de bolca hediyelik eşya satan mağaza mevcut. Papirüs bitkisinden kağıt yapımını uygulamalı olarak gösteriyorlar. Hiyeroglif işlemeli örtüler, şallar, biblolar ve daha nice irili-ufaklı eşya meraklıları için satışa sunulmuş. Mısır’dan hiçbir şey almamayı aklımıza yazdığım için biz oraları görmekle yetindik. İkramda bulunulan yerlerde çay içtik. Mısır’a iş vesilesiyle daha sonra yaptığım seyahatlerde de Gize’ye bir kere daha geldik, bu sefer bir arkadaşımla at arabası kiralayıp çevrede gezinti yaptık. Fotoğraf çektirdik. Burası şehri nispeten kuşbakışı gören tepelik bir yer, hem içinde hem dışında gibi.
Mısır’a daha sonraki yıllarda yaptığım belki 15-20 seferde şehrin iki ucunda iki farklı otelde kaldım: Birisi piramitlere ve iş yerimin ofisine yakın olan Hilton Pyramids Heights oteli, diğeri havaalanı tarafında Heliopolis olarak bilinen bölgedeki JW Marriott oteliydi. Şehrin değişik noktalarındaki toplantılardan dönüşte feci trafiğe takılmadan öğlen 12-12:30 arasında anayoldan geçebilirsek şanslı sayılırdık, yoksa 3-4 saati bulabilen yolculuktan sonra otele akşam saat 10 gibi döndüğümüzde çok ama çok yorgun olurdum, özellikle de sırtım ağrırdı. Hilton’da nefis yeşil golf sahasına bakan kahvaltı salonunu, JW Marriott’ta da hem golf sahasını hem de otelin lüks ve şatafatlı salonlarını iyi hatırlıyorum. Yalnız tabi Mısır’ın neresinde olursak olalım yemeklerden rahatsız olmadığım bir seyahati hatırlamıyorum.
Kahire dışında günübirlik gittiğimiz tek yer olan İskenderiye’ye yaptığımız seyahat uzun ve yorucuydu, gidiş-dönüş 3er saat sürdü otoyol üzerinden. İskenderiye bir Akdeniz şehri olduğu için Kahire’den farklı bir çehresi var. Sahilde kafeler, yürüyüş yolu, nispeten daha temiz bir çevreyle başka bir ülkeye geldiğini bile düşünebilir insan. Tabi bayram olması dolayısıyla yollarda binlerce başıboş çocuk gelip geçenden harçlık istiyor, bu insan seli arasında rahatça yürümek bir eziyet gibi geliyor. Gezimizde öğle yemeğini bir Yunan restoranında yedik. Mısır’da Koptik Ortodoks ya da Rum Ortodoks olmak üzere Hristiyan topluluklar da yaşıyor; İskenderiye’de özellikle daha sık rastlamak mümkün. Kahire’de de neredeyse cami minaresi kadar kilise kulesi mevcut.
İskenderiye’nin dikkate değer eserlerinden birisi Kayıtbay Kalesi. Memluklular döneminde deniz kenarında yapılmış olan bu kale eskiden dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin kalıntıları üzerinde duruyor. İsminin Türkçe’ye benzerliği de Memlukluların aslen Türk-Çerkez bir kavim olması. İçerisi hakikaten etkileyici, tavandaki sekizgen açıklıktan içeri süzülen ışık yapıya mistik bir hava katıyor. Burayı gezip çıkışta sahil yolundaki kafelerden birine oturduk, manzara eşliğinde çay içtik. Diğer önemli bir yapı, antik çağda ilmin yuvası olan Mısır’ın en ünlü yapıtlarından İskenderiye Kütüphanesi. Burasının aslı, çeşitli rivayetlere göre zındıklar tarafından veya bir işgal gücü tarafından yakılıp imha edilmiş. Bugün eskisinin yerinde değişik mimari tarzı olan yeni bir yapı duruyor. Dışarıda avluda biraz yürüdük, içeriye girip hızlıca dolaştık, fotoğraf çekip çıktık.
Dönüş yolunda bir hayvanat bahçesinde mola verdik. Burada vahşi hayvanlar kadar Afrika’nın değişik yerlerinden getirilmiş hayvan türlerini gördük: Deve, keçi, ceylan, geyik, devekuşu, timsah, Benim için en ilgi çekeni şüphesiz aslan idi…
Kahire’den İstanbul’a dönüşte uçağımız rötar yaptığı için gece yarısı ancak binebildik ve İstanbul’a döndüğümüzde neredeyse yeri öpücektik.
Mısır Türkiye’ye coğrafi olarak yakın bir ülke olsa da kültürel anlamda bize çok yabancı gelen tarafları da var, ayrıca moderniteyi yakalamada Türkiye’nin çok ama çok gerisindeler. Yine de eğer iyi değerlendirilse Mısır’ın entellektüelleri, alimleri, tarihi ve kültürel birikimi birçok ülkeye taş çıkaracak kalibrede…