Arnavutluk-Kosova-Makedonya

Kış

Arnavutluk

Balkanlara ilk seyahatimi Arnavutluk’a, devamında eski Yugoslavya’nın iki eyaleti Kosova ve Makedonya’ya yaptım. 10 günlük tek bir seferde üç ülke gezmek, özellikle de kışın, meşakkatli bir işti ama bir o kadar da keyifli ve kafa dinlendiriciydi. İstanbul’dan her üç ülkeye de tarifeli direkt seferler var. İlk seyahatimde kardeşim Can’la birlikte Atatürk Havalimanı’ndan Arnavutluk’un başkenti Tiran’a THY’nin tarifeli sabah uçağıyla gittik. Tiran Havaalanı modern ama tenha bir yer, birkaç tane uçak var, pasaport kuyruğu az. Türklerden vize istenmiyor, 90 günlük ziyaret vizesi kapıda alınabiliyor. Çıkışta hızla bavulları alıp yola çıktık; oradan bir saatlik yolla sahil şehri Durres’te kalacağımız eve vardığımızda güzel bir kahvaltı sofrasına oturup yorgunluk attık.

Durres sakin ve sessiz bir şehir, bizim Anadolu’daki ilçelere benziyor. Batı’da İtalya sahillerine yakın; Brindisi limanı sadece 80 mil mesafede. Ülkede Müslümanlar da var Hristiyanlar da. Şehir merkezine gelirken bir caminin yanından geçtik, ileride bir dükkânda durup Türkiye’den getirdiğimiz cep telefonuna SIM kartı taktık. İki-üç gün içinde biraz şehri dolaştık, iki kere Tiran’a inip döndük. Tiran’a yakın bir alışveriş merkezinden İtalyan ayakkabı ve bir pantolon aldık bana; Can’a da palto ve pantolon aldık; İtalya hemen yakında olduğu için fiyatlar Türkiye’ye göre daha makuldü. Durres’te sahildeki balık restoranları şahane. Bir yürüyüş yolu var, kafe ve restoranların olduğu keyifli bir yer. Kaldığımız evin manzarası da balkondan tam denizi görüyordu, nefisti. Müdavimi olduğumuz bir de pastane vardı kaldığımız binanın altında, tek kelimeyle enfes Trileçe ve Kremalı Milföy tatlıları yapıyordu. Günde üç öğün neredeyse gidip oradan bol bol atıştırmalık ve tatlı yedik, tabi kilo da aldık neticesinde.

Arnavutluk’ta geçirdiğimiz iki gün içinde çevreyi dinleyip gözlemleme fırsatımız oldu. Burada hayat sakin, insanlar telaşsız. Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin getirdiği bir düzen var. Ortadoğu tarzı kaydır-kuydur tavırlar yok; tarihini ve geçmişini bilen, ne istediğini bilen bir topluluk var. Bankacılık-finans sektörü Avusturyalıların, yeme-içme sektörü İtalyanların tesiri altında. Gece hayatına pek çıkmasak da Tiran’ın ününü duyduk, genelde dışarıda yemek yiyerek ya da gezerek vakit geçirdik. Üçüncü günümüzde Durres’ten yola çıkıp önce Tiran’a uğradık, ardından kardeşim Can’la çıkacağımız turun ilk durağı olan Kosova’ya doğru yol verdik.

Yol üzerinde dağlık bir noktada bulunan ismini şimdi hatırlamadığım bir otelde akşam yemeği için mola verdik. Burası Amerikalıların 1999’daki Kosova Savaşı sonrasında toplantılar yapıp konakladıkları bir yermiş; çevrede ABD bayrakları, fotoğraflar, geniş bir hol ilk gözüme çarpan şeylerdi. Bize Arnavutluk tarafında tanıdık bir polis eşlik etti. Hem bizimle yemek yedi hem çevreden bahsetti hem de sınırdan rahatça geçmemizi sağladı. Kosova’ya da yakın olan bölgedeki tek havaalanı Mother Theresa’nın Alman-Katolik kontrolünde olduğunu söyledi. Qukes’deki sınır kapısına giden yol hakikaten jilet gibi keskin dik yamaçların, sıra dağların olduğu doğa harikası bir yer. Durres’te deniz seviyesinden içlere doğru girdikçe yükselti artıyor ve hava soğuyor, karlı dağlar bizi karşılıyor. Sanki İsviçre Alpleri gibi; hem de bize bu kadar yakın olduğu için belki daha da ilginç. Buralarda nasıl bir yaşam sürülmüş eski devirlerde, gidiş-geliş nasıl mümkün olmuş anlamak güç.

Akşam yemeğinin ardından Kosova sınırına yaklaşınca, dağların arasında doğa harikası bir göl kıyısında durduk. Gölün bir tarafı Arnavutluk, diğer tarafı Kosova. Pasaport işlemlerimiz polisin de yardımıyla hızlıca hallolunca sınırı geçip Kosova’ya giriş yaptık.

Kosova

Kosova eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin parçalanması sürecince etnik Sırp ve Arnavut toplumlarının çatışmasına sahne olmuş, tarihi, dini ve jeostratejik önemi büyük ama kendisi küçük bir ülke. 1999’daki iç savaşın ardından Birleşmiş Milletler çatısı altında, NATO’nun himayesinde yerel yönetimine devam eden ülke 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmiş. Dünya genelinde 113 ülkenin bağımsızlığını tanıdığı Kosova’da nüfusun %80’ne yakını Müslüman Arnavut, küçük bir azınlık Katolik Arnavut, diğer bir azınlık grubu Sırp, 60,000 kadarı da Türk. Ülkenin iki resmi dili Arnavutça ve Sırpça, yerel dilleriyse Türkçe ve Boşnakça. Bize Kosova yolunda eşlik eden polis de Arnavut asıllı idi, arabadaki radyoda bizim halk ezgilerine çok yakın olan yöresel türküler çalıyordu. Bu bölgede tabi Arnavut kökenlilerin ağırlığı her alanda hissediliyor. Kosova Kurtuluş Ordusu “UÇK” da Arnavut kökenli bir örgüt, ki bugün dahi her iki ülkede de tek çatı altında birleşme taraftarlarının sayısı az değil – “tek halkız, niye iki ayrı devletiz?” diye düşünüyorlar, hatta buna Makedonya’daki Arnavut toplumunu da ekleyip “Büyük Arnavutluk”u kurma fikrini yaşatıyorlar.

Kosova’nın Vermiça sınır kapısından geçince kesif bir sis tabakasıyla karşılaştık. Yolda görüş mesafesi neredeyse 5-10m.’ye düştüğünden öndeki arabayı bile zor seçiyorduk. Yönümüzü Kosova’nın ikinci büyük şehri, Osmanlı döneminin kültür başkenti Prizren’e verdik. Tek şeritlik gidiş yolunda trafik de olduğu için dura kalka, mevsim de kış olduğu için hava karardıktan sonra ancak varabildik Prizren’e. Yolda Kosova’da KFOR bünyesinde görev yapan Türk birliğinin “Fatih” kışlasının yanından geçtik. Prizren’de nüfusun çoğu Türk olduğu için, Türk askeri de buraya yakın bir mevkide konuşlanmış. Saat sanırım akşam 7-8 dolayları idi. Bizi arabayla şehir merkezinde bıraktılar.

Geldiğimiz belde sanki zamanın durduğu, masal diyarındaki bir yer gibiydi. Bize çok yakın, Türk kültürünün capcanlı yaşandığı bir Balkan kenti. Kent bile demek belki doğru değil, ilçe diyelim. Kardeşim Can’la sırtımızda çantalar yürüye yürüye, İngilizce’de dedikleri gibi “aimless wondering” modunda bir o tarafa bir bu tarafa baktık. Sonunda Şadırvan’ın yakınında iki katlı bir restoran/kafe tarzı bir yer görüp oraya oturduk. Tesadüf o ki bizimle ilgilenen garson da Türk çıktı. “Edirne’den mi geliyorsunuz?” diye sordu, “Yok” dedik “İstanbul’dan”. Sağolsun yardımcı da oldu, Can Foursquare uygulamasından etrafta kalabileceğimiz otel bakarken o da bize birkaç yer tavsiye etti. Makedonya’ya geçme planımızı anlattık, Manastır’a gitmek istiyoruz dedik, “orası çok uzak ama, taa Yunanistan sınırında” dedi. Biz de dedik “bakarız duruma göre”, sonra kalkıp tarif ettiği üç yıldızlı bir otele gittik yakında. Sanırım ismi Hotel Centrum Prizren’di. Vardığımızda resepsiyona yine yarı Türk, Türkçe bilen bir görevli karşıladı bizi. Boş oda sorduk, şansımıza “var” dedi, iki tek yataklı. Oda-kahvaltı kişi başı 40 Euro ödedik. Yukarı eşyalarımızı bıraktık, aşağı inip şehirde dolaşmaya çıktık tekrar.

Prizren’in bulunduğumuz bölgesi şehrin kalbi, Osmanlı karakterini aynen muhafaza eden masalsı bir yer… Biraz ileride Sinan Paşa Camii, ünlü Taş Köprü ve Şadırvan var. Camiyi Türkiye’den TİKA restore ettirmiş. Irmağın kenarındaki taş yol boyunca aşağı-yukarı yürüdük. Tepede kayalıkların üstünde Prizren Kalesi görülebiliyordu. Taş Köprü’den karşıya geçip sağa döndük. Karşımıza Emin Paşa Camii ve restorasyonda olan Türk Hamamı çıktı. Oradan yürüyüşümüze biraz yukarı doğru devam ettik; her yerde Türkçe dükkân ve sokak isimleri görüyorduk. Hatta Kosova Fenerbahçeliler Derneği, Beşiktaşlılar Derneği gibi mekanlar bile vardı. Bir ara markete girdik su almak için, sahibi Türkmüş, Kosova şivesiyle konuşuyordu. Türk olduğumuzu anlayınca konuştu, yanında biri daha vardı. En son 1990lı yıllarda gitmiş Türkiye’ye ziyarete. O da “Edirne’den mi geldiniz?” diye sordu, herhalde çok gelen var o yoldan. “Yok” dedik, “İstanbul”. Oteldeki odamız için şişe içme suyu aldık, “Allahaısmarladık” deyip çıktık. O arada havada sanırım kömürle ısınmakdan kaynaklanan kesif bir is kokusu vardı ve bir süre sonra bu hava gözlerimi yakmaya başladı. Sürekli yaşararak yürümek zor oldu, bir ara etrafa bakamayacak hale geldim… Bu durum bir yarım saate yakın sürdü, sonra yavaş yavaş gözlerim alıştı herhalde, idare ede ede otelimize geri döndük. Gece 11-12 gibi duş alıp yattık.

img_1247

Ertesi gün sabah yanı başımızdaki caminin ezanıyla uyandık saat 5 gibi. Pencereyi açıp dışarı baktım: Alacakaranlıkta, karlı dar sokakların arasında, dağların eteğindeki bu güzel beldede 4-6 tane irili ufaklı minare gözüme ilişti. Sağa bakınca, eski Osmanlı şehirlerinde görmeye alışık olduğum üzere, sokak arasında küçük bir Sırp Ortodoks Kilisesi, yakınında bir mescit seçiliyordu. Burada en kayda değer nokta her şeyin bir düzen içinde zevkle yapılmış olması. Estetiğe önem verilmiş, abartı yok. Mütevazı ama şık, asil bir hava var. Diyebilirim ki bir zamanlar medeniyetimizin vardığı üst noktaları, insanlığa kattığı değeri hatırlatıyor artık bizim için hoş bir hatıra olarak kalan Prizren şehri.

img_1249

Kalkıp giyindik, aşağıya kahvaltıya indik beraber Can’la. Güzel, mütevazi bir açık büfe vardı. Planımız kahvaltıdan sonra çıkış yapıp otobüsle Makedonya’nın başkenti Üsküp’e gitmekti. Yukarı çıkıp eşyalarımızı topladık, check-out yapıp bir taksi istedik resepsiyondan. Bizi otobüs terminaline götürdü, bir de kısa bir şehir turu yapmış olduk hava aydınlık olunca. Geçtiğimiz bir resmi binanın üstündeki tabelada Arnavutça-Sırpça-Türkçe üç dilde yazı olduğunu gördüm… Saat 9’da kalkacak otobüsümüze daha vakit olduğu için oturacak bir yer aradık; önce bir kahveye girdik, baktık orası duman altı, kalkıp yan binadaki başka bir salona oturduk. Orada da yine Türkler karşıladı bizi, daha doğrusu Türk ya da yarı Arnavut-yarı Türk olan halktan kimseler. Sohbet ettik, bize eski Kosova’yı anlattılar biraz. Savaş öncesi ve sonrası durumu, yaşanan göçleri, sıkıntılarını dinledik. Otobüsün saati gelince vedalaşıp ayrıldık ve 3 saat sürecek yolculuğumuz için biletimizi gösterip yan yana iki koltuğa oturduk Can’la.

Kosova’ya ikinci gidişim iki ay sonra başkent Priştine’ye oldu. Global Youth for Balkans isimli bir sivil toplum kuruluşunun (STK) Balkanlar ve yakın çevresinde yaşayan ülkelerden 15-20 kadar genci bir araya toplayıp Kosova-Sırbistan Yuvarlak Masa Grubu (Round Table Discussion) bünyesinde iki ülke arasındaki sorunları tartıştığı, çözüm yolları önerdiği bir çalıştaya katıldım. Pegasus Havayolları’yla İstanbul-Priştina 1.5 saate yakın sürdü. Türklere 90 günlük vize veriyorlar kapıda. Pasaporttan hızlıca geçip havaalanından bir taksiye atladım, konferansın yapılacağı şehir merkezindeki Hotel Sirius’a vardım. Güzel bir otel, odalar temiz ve rahat, etrafa ulaşım kolay. Geceliği 135 Euro idi oda + kahvaltı, iki gece kaldım. Vardığımda konferansı organize eden, 2013 Ankara Genç Diplomatlar Forumu’ndan tanıdığım Arnavut arkadaşım Klevis resepsiyonda oturuyordu. Merhabalaştık, bana iyi bir oda vermelerini söyledi resepsiyondakilere, genelde herkes ikişerli kalırken bana şansıma tek kişilik bir oda çıktı.

Odaya çıkıp eşyalarımı yerleştirdim, biraz iş bilgisayarımdan emaillerime baktım, bir-iki telefon konuşması yapıp dinlenmek için yatıp uyudum. Akşam saat 7’te doğru kalkıp giyindim, aşağı inip konferans salonuna girdim. Hazırlık toplantısı o akşam yapılacaktı. Dikdörtgen şeklindeki masa çevresinde Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan gelen 20li-30lu yaşlarda katılımcılar vardı. Aramızda İngiliz ve Amerikalılar de bulunuyordu. Katılanlar bölgeyle ilgili akademik çalışma yapan ya da konuya ilgi duyan, orada yaşayan öğrenci, akademisyen ve STK üyeleriydi. Solumda oturan Mirgeta Hajdari Almanya’ya göç etmiş Arnavut bir Müslüman ailenin ikinci kuşak ferdiydi. Hem güzel hem de akıllı ve kültürlü bir kızdı. Gruptaki herkesle samimi ortam içinde hemen kaynaştık. Sırpı, Arnavutu, Türkü ve İtalyanıyla, değişik bilgi ve tecrübelerle gelen herkes birbirinden birşeyler aldı, çok şey öğrendi. Herkes genç olduğu için, resmiyetten uzak bir havada ısınmak kolay oldu nispeten. İki günlük ciddi bir beyin jimnastiği oldu benim için de.

Akşamki toplantıda açılış konuşmasını Linda Gjokaj isimli, aslen Kosova’nın Gjakova bölgesinden olan Arnavut-Katolik bir kız yaptı. O da güzel, tatlı bir kızdı, hatta o iki gün içinde ısınıp samimi olduk birbirimizle. Genel olarak Kosovalı, Arnavut kızların güzel olduklarını söyleyebilirim. Türkleri de seviyorlar, tarihsel bir bağımız var. Akşam yemeğini üst katta restoranda fiks-menü olarak yedik. Diğer bir Kosovalı Katolik kız olan Hermondra Kalludra Polonya’da üniversite eğitimini yapmaktaydı, onunla yemekte aynı masada oturup sohbet ettik (sonra Londra LSE’de master’ını yaptı). Sabah kahvaltısı aşağıda açık büfe olarak veriliyordu. Öğle yemeği arası, konuşma aralarında alınan kahveler sohbet için iyi birer fırsat oldu. Türkiye’den gelen benim gibi bir kız daha vardı, İzmir 9 Eylül Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler doktorası yapıyordu. İkinci günün akşamı yemekten sonra ilk Hamam Jazz Bar isimli eski bir Osmanlı hamamından bara dönüştürülmüş mekâna gittik. Hem Mirgeta hem de Linda çok güzeldi o akşam 🙂 Çıkışta Mirgeta kaldığı eve gitti arkadaşıyla. Linda, ben, Klevis ve Türk arkadaşım ve birkaç kişi daha Priştine şehir meydanına ve otele yakın çatı katı bir gece kulübüne gittik. Tabi içtikçe kafayı hafif bulanlar oldu, başta Klevis olmak üzere. Kulüpten çıkışta Linda’yı evinde bıraktık vedalaşıp; Türk arkadaşım, ben ve Klevis otelimize geri döndük.

Ertesi sabah oteldeki kahvaltının ardından aşağı indim; akşam uçağına gitmeden önce gün içinde neler yapabileceğimi düşünürken gruptan birkaç Arnavut kıza rastladım resepsiyonda. Priştina ve çevresini henüz gezmemiştim. “Hadi…” dedik “…şehir turuna çıkalım”. Bir taksi çağırdık, dört kız bir de ben. İlk durağımız şehre 15-20 dakika mesafede, 1389’da Osmanlılarla Balkan koalisyon güçleri arasında yapılan ve Osmanlıların zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Savaşı’nın yapıldığı Kosovo Polye oldu. Şehrin yakınında akan Zap suyu kenarındaki bu ova yeşil, sulak, yer yer hafif tepelik bir yer. Taksi bizi I. Murat Hüdavendigar Türbesi’ne (Meşhed-i Hüdavendigar) götürüp görüp gezmemiz için zaman verdi. Burası, savaştan sonra bir Sırp asilzadesi Miloş Obiliç tarafından şehit edilen Osmanlı padişahı I. Murat anısına yapılmış; 630 yıllık türbe ve idamesini üstelenen 400 yıllık Özbek-Türk ailesinin kaldığı ev restorasyondan geçmiş, bakımlı görünüyorlar. Türkiye’den sık sık ziyaretçilerin uğradığı belli. Türbe sade ama etkileyici. Bakımı yapan hanım kapıda karşılayıp buyur etti, bir Fatiha duası okumamızı rica etti I. Murad’ın ruhuna… Şehit olunca padişahın iç organları buraya gömülmüş, bedeni diğer padişahların yattığı Bursa’ya defnedilmiş.

Türbeden çıkışta ovanın sağ tarafında kalan Gazimestan Türbesi’nin olduğu alana gittik, ismini Osmanlı Ordusu’nun sancaktarından almış. İlginç olanı biz bu türbeye gitmedik, kapalıydı; onun yerine Sırpların savaşın anısına diktikleri kule şeklindeki anıtı görmeye gittik. (Rivayete göre Osmanlılar savaştan sonra, ölen Sırp askerlerinin kellelerinden kule yapmışlar. O denli büyük bir kıyım olmuş). Anıtın tepesine içindeki merdivenlerden çıkılabiliyor, güzel bir ova manzarası var yukarıdaki pencereden. Taş yapının üzerinde Sırpça ifadeler var, “Buraya Türklerle savaşmaya gelmeyen kahrolsun” şeklinde. 1989’da savaşın 600. yıldönümü vesilesiyle o zamanki Sırp lider Slobodan Miloşeviç burada bir anma etkinliği düzenleyip Yugoslavya iç savaşının fitilini ateşlemiş. “Unutmuyoruz, unutmayacağız” mahiyetinde bir konuşma yapmış. Ardından gelen Bosna savaşı, 3 yıl Sırp kuşatması altında yakılıp-yıkılan Saraybosna ve 1995’teki Serebreniça Katliamı hala hafızalarda taze. 1999’da NATO’nun Kosova’ya müdahalesi öncesinde Sırp kuvvetleri buradaki binlerce Arnavut’u göçe zorlamış. 90lı yılların bu acı dolu döneminde Türkiye’yi tek güvenli liman olarak bilen eski Yugoslavyalı birçok Boşnak, Arnavut ve Türk çareyi herşeyi geride bırakıp Edirne üzerinden Türkiye’ye sığınmakta bulmuşlar.

img_1359

Meydandaki tarihi gezimizin ardından bizi bekleyen taksiye atlayıp Priştine merkeze geri döndük. Şehir Türkiye’deki illerimizden hemen hemen farksız, sanki İstanbul’da ya da Bursa’da yürüyormuşuz hissi edindim. “Tophane”, “Medrese” gibi semt isimleri gördüm. Kız arkadaşlarım ve ben beraber yürüyerek cadde ve sokakları, meydanları gezdik. Priştine Parkı’nda terkedilmiş bir katedral gördük, kaldığım otelin penceresinden de kubbe tepesi görülebiliyordu. Biraz ileride bir caminin yanından geçtik, sanırım ismi “Kara Cami” ya da “Cafer Paşa Camisi” idi. Kosova’nın bağımsızlığını temsil eden renkli anıtın önünde fotoğraf çektirirken bir Türk çiftle karşılaştık; onlar Edirne’den Balkan ülkeleri turuna çıkmışlar. Bulgaristan’dan, Sırbistan ve Bosna’dan geçip buraya gelmişler. Dört kızla beraber gezdiğimi görünce şaşırdılar ve gülümsediler J Kısa sohbetimizin ardından öğle yemeği yemek için SkanderBeu (İskender Bey) heykelinin olduğu meydanda bir kafeye oturduk. Hepimiz Trileçe söyledik tatlı olarak… İskender Bey Arnavutların halk kahramanı. 15. yy’da devşirme olarak Osmanlı Ordusu’na bağlıyken sonra taraf değiştirip Osmanlı’ya karşı saf tutan, ordunun ilerleyişini geciktiren ve Avrupalıların sayıp-sevdiği biri olarak öne çıkmış. Sonuçta Osmanlılara yenilip ölmesine rağmen yaptığı isyan zamanla destansı bir havaya bürünüp Arnavutların ilk başkaldırısı ve bağımsızlık hareketi olarak hatırlanagelmiş.

img_1379

Yemekten sonra arkadaşlarla vedalaştık, otele dönüp bavulumu aldım, resepsiyondan bir taksi söyleyip havaalanına gittim. Priştine Havaalanı küçük ama modern ve temiz biryer. Gezmesi rahat. Yalnız, uçtuğum havayolu Pegasus’tan pek memnun kaldığımı söyleyemem. Hem gidiş hem dönüşte kabin bagajı ağırlığı için en ufak bir esneklik göstermedikleri gibi – ki bavulum hepi topu 12-13 kiloydu, fazlası yok eksiği vardı – bir de bilet kontuarında benimle münakaşaya girdiler. Son derece saygısız bir tavır sergilerdiler. Uçuşları da minibüs gibi olduğu için ondan sonra mecbur kalmadıkça Pegasus’la uçmama kararı aldım.

Makedonya

Prizren’den kardeşim Can’la beraber çıkınca Kosova’nın düz, karlı yollarında bir süre sınıra doğru yol aldık. Yılbaşında Coşkun Sabah konseri yapılmış, bir restoranın kapısında ilanını gördük; o derece Türklerin yoğun olduğu ve ilgi gösterdiği bir yer burası. Otobüsün radyosunda Kosova halk ezgileri çalıyordu yine, biraz Arabesk tarzı hüzünlü melodiler… Sınır bölgesi kuzeydoğu’da Kaçanik ismi verilen bölgeden geçiyordu, dolayısıylayol uzadı. Dağlık, karlı yol manzaraları harikulâde idi. 1900’lü yıllarda Osmanlının bu bölgelerde, çetin şartlar altında nasıl Balkan Savaşı’na girdiğini düşündüm… Kumanova’daki (Kalkandelen) Türk Ordusu 1912’de Sırplara yenilmiş, 550 yıl Osmanlı hakimiyetinde olan Kosova ve Makedonya elimizden birkaç hafta içinde çıkmıştı. Bu savaşın hazin öyküsünü, imparatorluğun çöküş döneminde devletin içine düştüğü içler acısı durumu özellikle genç kuşakların ve sözüm-ona “Yeni Osmanlıcı” bazı aklı-evvellerin okuması lazım diye düşündüm…

img_1251

Yaklaşık 3-3.5 saat süren yolculuğun ardından öğlen 1 sularına doğru Üsküp’e geldik. Şehre girerken Türk Büyükelçiliği’nin önünden geçtik, Büyükelçi bey de o sırada gelmiş arabasından iniyordu, kapıda gördük. Elçilik biraz ilerisinde Mustafa Paşa Camii ve Üsküp Kalesi var. Üsküp büyük bir şehir. Eski ve Yeni olmak üzere iki bölümden oluşan şehrin içinden Vardar Nehri geçiyor (“Vardar Ovası” türküsünün isminin aldığı yer burası). İndiğimiz otobüs terminali şehrin merkezinde idi. Etrafta Türkçe konuşanlara rastladık; Halkbank orada oldukça popüler bir banka, arkasında devlet desteği var herhalde. Yürüyerek, geze geze şehrin Türk mahallesi olan Eski Üsküp’te bir otel bulduk, temiz ve rahat bir yerdi. Eşyalarımızı yerleştirip dolaşmaya çıktık. Öğlen yemeği için, Üsküp’ün ünlü Türk köftecilerinden birini bulup eski bir konaktan dönüştürülmüş olan mekânında yemek yedik. Arka masamızda Üsküplü Türk bir çift oturuyordu onlar da bize birkaç yer tarif ettiler gezmek için. Yemeklerimiz nefisti: Sucuk, dolma, börek, mezeler… Tatlı da vardı. Osmanlı mutfağı idi tam.

Üsküp’ün eski mahallesi Anadolu-Türk tarzı bitişik nizam evleri, dar ve taşlı sokakları, minik camileri, mescitleriyle Prizren’i andıran nostaljik bir yer. Sırpça’ya benzeyen Slav kökenli bir dil olan Makedonca’da “Turska Çarşiya” (Türk Çarşısı) deniyor bu mahalleye. Sultan Murat, Gazi İsa Bey, Yahya Paşa, Alacacami, Hacıbalaban ve Hacı Fehmi camileri, II. Murat Köprüsü, Kurşunlu Han Osmanlı dönemi yapılarından bazıları. Mahallenin sağ tarafında Gazi Baba isimli büyük bir semt daha var hem parkı hem de içinde yer alan türbesiyle.

Girip konuştuğumuz bir otelin sahibi Türk’tü, sabah kahvaltısı için bize bir börekçi tarif etti. Balkanların birçok yerinde olduğu gibi börek buranın kültürünün de ayrılmaz bir parçası. Türklerin Anadolu’dan getirdikleri bu lezzet, sabah-öğlen-akşam günün her vakti çok tutuluyor, dilim-dilim yeniyor. İZ TV’de bir ara Coşkun Aral’ın Makedonya gezi programında seyrettiğim ünlü bir tatlıcıya uğradık sonra . Mahallenin göbeğinde, köşebaşında yer alan mekâna girip içeride Türkçe sipariş verdik. Balkanların ünlü tatları Trileçe ve Tulumba Tatlısı’ndan, ki büyük porsiyonlarda servis ediyorlar, ikişer tabak aldık. Tek kelimeyle enfesti. Kalktıktan sonra II. Murat Köprüsü’nden geçtik, biraz durup Vardar Nehri’ni seyrettik, şehrin yeni olan kısmında yürüyüşümüze devam ettik.

Yeni kısımda ilk ve en dikkat çeken yapı Büyük İskender Anıtı. Tarihte “Büyük İskender” olarak bilinen M.Ö. 300lerde yaşamış ünlü komutan ve devlet adamı hem Makedonyalıların hem de Yunanlıların sahiplendiği önemli bir şahsiyet. O güne kadar görülmemiş genişlikte topraklar fetheden, bir ucu Avrupa’ya diğeri Afganistan’a uzanan devasa bir devlet kuran İskender, çağlar boyunca örnek alınan, özenilen bir lider olmuş. Rivayete göre onun askeri vasıflarına erişebilen sadece birkaç kişi varmış: Napolyon, Fatih ve Atatürk gibi. İskender henüz otuzlu yaşlarındayken bir sefer sırasında sıtmaya yakalanıp ölünce kurduğu imparatorluk taht kavgaları yüzünden kısa sürede parçalanıp çökmüş. Küçüklüğünde antik Yunan döneminin ünlü bir düşünüründen ders aldığı ve Yunanca konuşup Helen kültürünü doğuya yaydığı için bugünkü Yunanlıların gözünde çok büyük bir lider, adeta bir “Ata” mertebesine ulaşmış durumda. Orada milli bilincin yapıtaşlarından birisi haline gelmiş, her Yunan şehrinde meydanda mutlaka heykeli bulunan bir figür olmuş. Dolayısıyla ona yapılan her referans Yunanlılarca sahiplenilmek isteniyor. Devletin kendi içinde kullandığı resmi ismi olan “Makedonya Cumhuriyeti” ibaresi Yunanistan tarafından kabul edilmiyor. İngilizcesi “FYROM” (Former Yugoslavian Republic of Macedonia) olan geçici bir isimle anılıyor. Sırf bu isim meselesi yüzünden Yunanistan Makedonya’nın NATO ve AB üyeliklerini bloke etmiş durumda. 2018 yılına kadar süren bu meselede iki taraf Makedonya’nın resmi isminin “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olması konusunda anlaştı ancak henüz tam olarak bu değişiklik yürürlüğe girmedi. Rusya, örneğin, jeopolitik nedenlerden ötürü bu anlaşmayı bloke etmeye çalışıyor. ABD ise Makedonya’yı Batı kampına katıp Avrupa’daki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor.

Üsküp’ün yeni kesiminde caddeler geniş, şehirde eski bir doğu bloku ülkesi havası var. Yeni şehirde bir alışveriş merkezine de girdik, LC Waikiki’nin orada bir şubesi vardı hatta. Arka tarafta bir tepeye büyük bir haç dikilmiş. Makedonya çoğunluğu Ortodoks Hristiyan bir ülke. Arnavut ve Türk Müslüman azınlığın yoğunlukta oluğu yerler Kosova’ya, sınır bölgelerine yakın yerler. Bazı beldelerde Arnavutlar çoğunlukta. Üsküp’te bile sokakta Türkçe konuştuğumuzu duyunca gelip “merhaba” diyenler oldu, kimisi Arnavut, kimisi de yarı Türk yarı Arnavut. Türkiye’de çok Arnavut göçmen olduğu için akrabalık bağlarıyla, evliliklerle iki halk birbiriyle kısmen karışmış.

Akşam yemeği için şehrin yeni kısmındaki bir bar/restoran’a girdik. Yemekler fena değildi, uluslararası bir menü vardı ama biz yine de önceki Türk tatlarını daha çok sevdik. İçerisi oldukça kalabalıktı, bir otelin alt katı ve meydanın hemen karşısında olduğu için giren-çıkan çoktu. Yemekten sonra şehirde biraz daha yürüdük, soğuk Üsküp gecesinde buz tutmuş sokaklarda düşmemek için çok zorlandık. Gece otele saat 11-12 arasında geldik, duş alıp yattık. Sabah kalkınca güzel bir kahvaltı edip check-out yaptık; önceki gün geldiğimiz otobüs terminaline gittik tekrar. İstikametimiz güneydoğuda biz Türkler içinde özel bir anlamı olan Manastır şehri idi.

Üsküp-Manastır arasında yaklaşık 4 saat süren yolculuğumuzda şahane doğa manzaralarına şahit olduk. Karlı dağlar, ovalar ve dar geçitler aştık. Ülkeyi nerdeyse bir uçtan diğerine kat ettik. Üsküp-Veles-Prilep ve Mogila yolu üzerinden Makedonca adı Bitola olan Manastır’a vardığımızda saat öğleden sonra 2 olmak üzereydi. Burası Yunanistan’a sadece 20km. mesafede, dağların arasına kurulmuş bir Balkan şehri. Sınırın bu tarafında Mescitliye köyü, öte tarafında Yunan Makedonya’sının Florina şehri var. Sırt çantalarımızla, hafif yükle çıktığımız yolculukta yürümek kolay olduğu için bir otel bulmadan önce açlığımızı gidermeye karar verdik. Şehrin eski Türk evlerinin olduğu Dragor Nehri’nin yukarı kıyısındaki sokakları dolaştık. Türkiye’de bir ara popüler olan “Elveda Rumeli” dizisi Makedonya 1898 döneminde geçtiği için burada çok revaçtaymış. Öğlen yemeği için girdiğimiz restoranda televizyonda bu dizi oynuyordu.

Manastır’da Osmanlı döneminden kalan birçok eser var Üsküp’te olduğu gibi, şehirde yaşayan Türkler de var. Manastır Tarihi Çeşmesi bugün de aynı adla anılıyor. Hoca Kadı, İshak Çelebi, Haydar Kadı, Yeni Cami ve Yeni Hamam ile Saat Kulesi şehrin kişiliğine sinmiş, ilk göze çarpan yapılar. Prizren gibi, Üsküp gibi, Manastır da Anadolu’nun Balkanlar’daki kültürel bir uzantısı aslında… Şehrin en ünlü caddesi Şirok Sokak birçok tarihi olaya ve kişiliğe tanıklık etmiş bir yer. Osmanlı’da 19. yy. sonunda yoğunlaşan Jön Türk hareketinin, isyan ve reformların, 1908 II. Meşrutiyet döneminin merkezinde hep burası varmış. Bugün Batılı devletlerin konsolosluklarının olduğu bu caddede Türkiye’nin bayrağı bir fahri konsolosluk ile temsil ediliyor.

img_1285

Sokağın üst tarafında Magnolia Meydanı, alt tarafında sağda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de okuduğu, bugün müze olarak hizmet veren Manastır Askeri İdâdisi (Lise) bulunuyor. Can’la beraber Askeri İdâdi’yi akşam 6’da kapanmadan önce hızlıca gezmek için ilk olarak oraya gittik. Duygusal, nostaljik bir hava var burada; sanki zaman durmuş gibi. Okul binasının ikinci katına özel olarak bir Atatürk Köşesi yapılmış. Atatürk’ün Manastır’daki lise öğrencilik yıllarından kareler, o gün kullanılan eşyalar, giydiği kıyafetler, anılar, notlar ve mumdan bir heykeli var. Türkiye’den çok sayıda ziyaretçi gelmiş olmalı ki, özellikle Genelkurmay Başkanlığı ve TSK armalı birçok plaket, şilt ve hediye gördüm. Genelkurmay eski başkanlarından İlker Başbuğ aslen Manastırlı olduğu için de sanırım buraya özel bir önem atfedilmiş. Atatürk’ün hayatından kesitler sunan bir de video salonu var; herşey çok muntazam düşünülmüş, hazırlanmış. Sanki bir anda Türkiye’ye, Harbiye Askeri Müze’ye gelmişsiniz hissi uyandırıyor insanda.  Çıkışta dışarıda, bahçede duran askeri araçları da gezdik; tankın üzerine çıkıp fotoğraf çektirdik.

Şirok Sokak’da, çevredeki ara sokaklarda gezdikten sonra kafelerde oturup internete girdik, birşeyler içtik. Akşam vakti sokak tenhalaştı. Gece yatış için otel ararken bir pansiyona denk geldik, makul bir fiyattı, sanırım oda başı 20-25 Euro idi. Yalnız odadaki yatak iki kişilik olduğu için Can’la yan yana yatmak zorunda kalacaktık, birde pansiyonda gece hiçbir görevli olmuyormuş. Kahvaltı yok. Bize bir tek anahtarı verip kapıyı kapatıp gidecekti görevli. Önce olur diye düşündük, hatta odayı bizim için tutmasını rica ettik. Sonra sokakta yürürken Hotel Epinal isminde üç yıldızlı bir otel bulduk, pansiyondan vazgeçtik. Oda + Kahvaltı için 60 Euro ödedik ama temiz, rahat, konforlu bir oteldi. Penceremizden sokak ve arka plandaki şehrin, tepelerin manzarası görünüyordu.

img_1299

Eşyalarımızı koyup aşağı indik, akşam yemeği yiyebileceğimiz bir yer aramaya başladık. Gündüz önünden geçtiğimiz meşhur Magnolia Meydanı’ndaki Grne Restoran’a girmeye karar verdik. Makedonya yerel yemeklerinden ortaya birkaç tabak sipariş verdik, lezzet olarak şöyle-böyle idi, çok bayılmadık, fakat saat 9’da orkestrayla başlayan canlı müzik mekânın esas atraksiyonuydu. Balkan ezgilerinin hareketli, ağır her türlüsünü keman, akordeon eşliğinde orda dinleme fırsatı bulduk. Gece 11 gibi yemekten kalkıp otelimize döndük.

Ertesi gün saat 8 gibi uyanıp hazırlandık. Gündüz gözüyle pencereden Şirok Sokak, Saat Kulesi ve camilerin ardındaki tepeler başka bir güzel görünüyordu. Kahvaltıdan sonra odadan çıkmadan önce biraz televizyona bakıyım istedim. TRT Türk kanalı da vardı ve hakikaten büyük bir tesadüf eseri tam o saatteki belgesel programda Manastır’ı ve tarihini anlatılıyordu! Şirok Sokak, Türk Mahallesi, cami ve çarşıları görünce ekranda Can’la hayret ettik, “ne büyük bir tesadüf tam biz buradayken böyle bir programın olması” diye düşündük. Osmanlı’nın 1900’lerdeki son dönemlerine bir anda geri döndük izlediğimiz belgesel kareleriyle. Bitince bu karmaşık duygu ve düşüncelerle aşağı inip check-out yaptık ve bir taksi çağırarak otobüs terminaline gittik.

img_1306

O gün aslında Arnavutluk’a geri dönüp turu tamamlama günümüzdü ama biz biraz daha gezmek istedik hazır gelmişken. Yolumuz üstünde olan Makedonya’nın batı sınırındaki Ohrid kasabasına yol vermek üzere otobüs terminalinden bilet alıp bindik. İyi ki de gitmişiz… Burası harikulade, doğa şaheseri bir belde. Aynı adı taşıyan göl kıyısında bir yanda tarihi şehir, diğer yanda nefis göl manzarası olan kale ve tertemiz, güneşli bir hava. İsviçre’deki şehirlerden farksız, hatta bize yakınlığı, tarihi ve kültürel bağları ile çok daha çabuk ısındığımız bir yer. Kasabada 4000 nüfuslu bir Türk topluluğu da yaşıyor; Osmanlı’dan kalma mescitler ve eski binalar hala ayakta duruyor. Ohrid Gölü’nün bir kıyısı Makedonya tarafında, diğeriyse Arnavutluk’ta kalıyor. Sahil kenarında dar sokaklarda yürüyüp, göl kıyısında öğlen yemeğine oturmak çok keyifli.

Ohrid’den çıkışta taksi bulmakta, otobüse yetişmekte zorlandık. Meğer internette yazan tarife o tarihlerde geçerli değilmiş… Son otobüsü kaçırmışız. Tabi ne yapacağımızı şaşırdık bir müddet, çünkü ertesi gün Tiran’dan İstanbul’a dönüş uçağı var. Nasıl dönelim derken neyse ki Türkçe bilen Arnavut bir taksiciye rast geldik, adam halimize üzüldü ortada kaldık diye. “Sizi Durres’e götürürüm ben” dedi. 140 Euro gibi bir fiyata anlaştık, tabi pahalı oldu ama başka çaremiz olmadığından mecburen atladık. 180 km’lik yolu 2,5 saatte aldık. Qukes sınır kapısından girip Elbasan yolu üzerinden Durres’e vardığımızda akşam 7-8 arasıydı saat.

Arnavutluk

4 günlük gezimizde çok gezip yorulmuştuk ama buna değmişti. Güzel ülkeler, bize yakın kültürler görmüş, nefis yemekler tatmıştık. Mutluyduk. Çantalarımızı bırakıp akşam yemeğine oturduk, sonra ön binanın altındaki pastanede yine nefis Trileçe ve Milföylü Tatlılardan yedik J Ertesi gün de sabah kahvaltısı için biraz ilerdeki fırından şahane ekmeklerden alıp yedik. Sonra çıkıp şehirde gezdik, akşama doğru ben bavulumu hazırladım. Can seyahatini birkaç gün daha uzattı Arnavutluk’ta. Akşam THY’yle döneceğim uçağa gitmek için bir şoför beni alıp götürdü, Tiran’a bir saatlik yoldan sonra vardık. Yolda biraz sohbet ettik, ne hikayeler dinledim: Arnavutluk’ta tabi birçok aile mafyavari işlere bulaşmış durumda idi, bizim şoför de öyleymiş.

Neyse havaalanında beni bıraktı, check-in yapıp pasaporttan geçtim. Nerdeyse boş denecek kadar tenhaydı gidiş terminali. Bir kitapçıya uğradım vakit geçirmek için. 1389 Kosova Meydan Savaşı’nı konu alan, Arnavut bir yazarın 70-80 sayfalık küçük bir romanı dikkatimi çekti. Baktım ilginç, satın aldım. Kendi küçük ama içi dolu dolu bir kitaptı. Üslubunda bizim Türk tarih romancılarının havası vardı biraz ama yalın ve bir o kadar da heyecan verici idi. Söylendiğine göre I. Murat Kosova Savaşı’ndan sonra meydanı gezerken bir suikastle öldürülmemiş… Bir saray darbesiyle Yıldırım Bayezid’i başa geçirmek isteyen devlet erkanınca çadırında gizlice boğulmuş; olayı ört bas etmek için de önceden ayarlanmış bir dublörünü meydana sürüp onu bilerek öldürtmüşler. Ne kadar doğrudur bilinmez… 🙂

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close