Sonbahar
Yunanistan’ın başkenti Atina, antik Yunan mitolojisindeki tanrıça Athena’dan ismini almış. Akropolisin’deki ünlü Partenon Tapınağı ile özdeşleşmiş, renkli eğlence hayatı, yemekleri ve sıcak yazlarıyla belleklerde yer etmiş, 4,5 milyon nüfuslu bir sahil şehri. Üniversite yıllarımda hakkında birçok şey duyduğum kente ilk uğrama fırsatım 2009 yılının bir Kasım günü akşamında oldu. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi’nden aldığım işletme master derecesinin mezuniyet törenini müteakip British Airways’le Londra aktarmalı olarak dört gece konaklayacağım Atina’ya Elefterios Venizelos Havaalanı’na vardığımda hava sonbahar olması sebebiyle kapalı idi hatta arada yağmur çiseliyordu. Pasaport kontrolden geçip bavulumu aldım ve havaalanından metroya bindim. Atina metrosu 2004’deki olimpiyat oyunları vesilesiyle yapılmış. Şehir genel olarak bu organizasyon sayesinde gelişmiş. Ulaşım düzenli, yürüyerek ya da metroyla hemen her yere gitmek mümkün. Ben de tek metroyla şehir merkezine indim oradan da otelime yürüyerek vardım. Eşyalarımı yerleştirip dolaşmaya çıktım, dört günlük kısa turuma başladım.
Otelimin olduğu Omonia Meydanı şehrin merkezinde, güzel bir konumda olmasına karşın arka sokakları andıran bir karmaşası vardı; pek tekin bir semt değildi. Sokakta yatanlar, içenler, evsizler ve ipsiz tiplerin gelip geçtiği bizim Tarlabaşı’nı andıran bir yer sanki. Şehrin iki büyük ana meydanı var, birisi Omonia diğeriyse Sintagma Meydanı. Ankara’daki gibi uzun ve geniş caddeler, bürokratik bir hava var şehirde yer yer. İki büyük meydanın arasında Stadiou ve Panepistimiou caddeleri yer alıyor. TV’de gördüğümüz üstünde bayrak olan sarı boyalı Yunan Parlamento binası Yunanca anayasa anlamına gelen Sintagma’da. Omonia’dan metroyla gidilen Akropolis’in eteklerindeki Plaka semti Atina gece hayatının renkli bir merkezi konumunda. Çevredeki dükkân, restoran ve kafelerde gecenin geç saatlerine kadar yemek yiyip gezen yerel halktan insanlar kadar turist de görmek mümkün. Sokaktan bakınca, gece ışıklandırılmış haliyle Akropolis’in görünümü güzel bir manzara sunuyor.
Atina bir tarih, kültür ve lezzet şehri. Halk hayatı ağırdan almaya, uzun ve yavaş, dolu-dolu yaşamaya alışmış. Akşam yemeğine 10’dan önce oturulmuyor, tavernalar ve kulüpler sabah 7’ye kadar açık, yaz-kış herkes sokakta. 1981’de Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra Yunanistan’a hızlı bir gelir akışı olmuş, halk çok gezip yemeye alışmış, rahatına düşkün hale gelmiş. O sebeple 2008’de Euro krizi baş gösterdiğinde Avrupa’nın dayattığı kemer sıkma politikaları buralarda çok şiddetli hissedilmiş, adeta bir sosyal yıkıma yol açmış. Herşeye rağmen, devlet borç içinde yüzse de devlet memurları işini kaybetse ya da emekli maaşları yarıya düşse de halkın yaşam standardı, kalitesi orta-yüksek seviyede. %80’inin kendine ait evi var, aile bağları kuvvetli, kıt kanaat de olsa bir şekilde geçimini sağlıyor. Dükkanlar dolu. Düşük maaşlı işlerde çalışan, toprağa – köyüne dönen çok insan var. Tabi beyin göçü de… Gidebilenler kapağı yurt dışına atmış. Sadece 500,000 gencin iş bulma umuduyla Almanya’ya göç ettiği söyleniyor.
İngiltere’de üniversite öğrencisiyken çok sayıda Yunanlı öğrenciyle tanışma fırsatım olmuştu. Türkleri yakın komşu olarak gören de vardı, küçümseyen ya da başkalaştıran da. Genel olarak biz Türklerin, Yunanlılar hakkında onların bizim hakkımızda bildiğinden daha az şey bildiğimizi düşünüyorum. Yunan gazetelerinde hemen her gün Türkiye’yle ilgili manşet bir haber yayınlanırken, bizde askeri tatbikatlar, göçmen meselesi ya da Kıbrıs Sorunu dışında Yunanistan’dan bahsedildiğini pek duyamayız. Türkiye büyük bir ülke olduğu için sorunları da daha büyük doğal olarak, dolayısıyla dikkatimizi içte ve dışta farklı alanlara bölmek durumunda kalıyoruz. Yunanistan’da ise, özellikle adalarda Türklerin bahsi olmayan bir gün geçmiyor bile. Atina’da yaşayan Yunanlıların Türklere karşı daha mesafeli olduklarını söylenirse de, ne kadar doğru olduğu tartışılır. Ben karşılaştığım herkesten ilgi, alaka gördüm. Her gün Türklerle temas halinde olan, karşılıklı yaşayan adalardaki halk konunun ekonomik boyutu sebebiyle de olsa gerek bize belki biraz daha sempatiyle bakıyor olabilir, ya da en azından “Türk Düşmanlığı” konusunu çok ön planda tutmuyorlardır. Bir de haliyle adalarda Türkçe konuşan ya da en azından anlayan, alışveriş yapan insanlar var çokça.
Atina’daki ilk günümde üniversite arkadaşlarımdan birisi olan Grigorios Grigoriadis ile buluştuk. Edinburgh Üniversitesi’nde doktorasını bitirdikten sonra Atina’ya dönüp Yunan Enerji Bakanlığı’nda danışman olarak çalışmaya başlamıştı Grigorios. Şehre varmadan önce kendisine Facebook’tan yazıp haber verdim, o da beni bakanlıktaki ofisine davet etti. Elim boş gitmek istemedim, Omonia Meydanı’ndaki bir pastaneye girdim. Türkiye’den alışık olduğumuz birbirinden güzel tatlıların tıpatıp aynıları olmasa da çok benzerleri tezgâhları doldurmuş idi. Bir keresinde Batı Trakya’nın İskeçe kentinden gelen bir başka Yunanlı okul arkadaşım Giorgos Vamvakidis yanında Melomakarona isimli kurabiyelerden getirmişti, beğenmiştim. Bu, Selanik tarafına özgü ve sadece Noel zamanı yapılan özel bir tatlıymış. O gün Atina’daki pastanede tesadüfen bu tatlıdan buldum. Bir kutu hazırlattım, yanıma alıp metroyla şehir merkezinin biraz dışında olan Katehaki istasyonuna geldim. Mesogion Cad.’deki bakanlık binasına girdiğimde odayı ararken çıkıp konuştuğum herkes gayet normal karşıladı Türk olduğumu söyleyince, hatta ilginç bulup gülümsediler.
Grigorios’la merhabalaştık, ofisinde üniversite yıllarında yaptığımız gibi derin siyasi sohbetlere de daldık… Bir ara Grigorios’un iş arkadaşı Ximona da bize katıldı, oturduk. Ximona Ermeni kökenli bir Yunan vatandaşı, o da gayet ilgi gösterdi, herhangi bir aksi durum görmedim. Bir saat kadar sohbet ettik, Atina’daki hayattan Kıbrıs konusuna kadar birçok şeyi konuştuk. Kıbrıs tabi haliyle hassas bir konu. Hatta iki kişiyi hararetli olarak tartışırken görseler Atina’da halk arasında “Ne oluyor, Kıbrıs meselesini mi çözmeye çalışıyorsunuz?” derlermiş şakayla karışık. Yunanlılarda konunun duygusal tarafı da var, konuyu dönüp dolaştırıp “Türkiye adadan asker çeksin, bir jest yapsın” demeye getiriyorlar, bunu gayet kibarca ifade ediyorlar tabi… Baktığımızda Yunanlılar salında prezantabl insanlar; milli davalarını (haksız da olsalar) dünyaya anlatmayı, taraftar toplamayı, kendi markalarına değer katmayı iyi beceriyorlar. Bizim o kadar ince diplomasi becerimiz olduğunu pek sanmıyorum açıkçası. Gerçi çok kaliteli diplomatlarımız, bürokratlarımız, akademisyenlerimiz var her platformda bizi gayet başarıyla temsil eden ama Ankara’daki devlet aklı o yönde adeta proaktif bir “pazarlamacı” gibi çalışmıyor, daha reaktif / tepkisel kalıyor.
Konuşmalarımızdan sonra Grigorios’la beraber çıkıp akşam biraz dolaşmaya, yemek yemeye karar verdik. Annesi yaşlı bir hanım olduğu için zahmet vermemek adına evine yemeğe gitmedik, dışarıda yiyip gezmeye karar verdik. Megaro Musikis metro istasyonu yakınındaki Kolonaki’den geçip yakınlarda bir kafeye girdik önce. Kolonaki Atina’nın kalburüstü ailelerinin oturduğu, İstanbul’daki Nişantaşı-Teşvikiye ayarında sosyetik bir semt. Butikler, lüks markalar, arabalar, şık hanımlar buralara ekonomik krizin nispeten az uğradığını gösteriyor. Akşamları barlar, restoranlar dolu, hayat canlı. Grigorios’la kahvede sonra yemek için girdiğimiz mekân buraya 10-15 dakika yürüme mesafesinde bir yerdi. İçerde hafif Rembetiko melodileri çalıyordu, nitekim Grigorios üniversite yıllarımdan bu müziği sevdiğimi bilirdi. Rembetiko, ya da Rebetiko, 1922-23 yıllarında Anadolu’dan ayrılıp Pire’ye gelen, Atina ve çevresine yerleşen Rumların getirdiği bir nevi “blues” tarzı, içinde isyan-hüzün-acı-aşk gibi duygular barındıran bir müzik türü. Ünlü şarkıcı ve bestecilerinin arasında Markos Vamvakaris, Vassilis Tsitsanis, Roza Eskinazi gibi isimlerin olduğu, geçmişten bugüne bir kültürü, bir devrin anısını yaşatan, Anadolu’nun kadim tarihinden bir kesit sunan müzik türü aslında Rembetiko. Aynı isimli, Kostas Ferris’in yönetmenliğini yaptığı 1983 yılı yapımı olan filmi izleme fırsatı olanların mutlaka görmesini tavsiye ederim. Bir bakıma bizim de geçmişimizin, 20. yy. başlarında İzmir’de yaşanan hayatın bir özeti niteliğinde.
Anadolu’dan gelen göçmenlerin bir kısmının yerleştiği semtler esas memleketlerinin adıyla anılıyor bugün, örneğin Pire yakınlarındaki Nea Smyrni (Yeni İzmir) gibi. Türk pop müziği şarkıcısı Sezen Aksu’nun da zaman zaman esinlendiği, aranje ettiği ve söylediği Rembetiko müziği Anadolu halk ezgilerinden, özellikle Ege bölgesinde çalınan türküler ve zeybek oyunundan kesitler barındırıyor zaten, bu çok açık. İzmir’in Kavakları (daha doğrusu “Ödemiş’in Kavakları”) türküsü Rembetiko filminde Türkçe aslıyla söyleniyor mesela… Grigorios’un da ailesi Trabzon’dan Yunanistan’a göç etmişler mübadelede.
Yemekten sonra etrafta biraz yürüdük, Sintagma Meydanı’na gittik. Bir tesadüf eseri Grigorios’un kız arkadaşlarından birine rastladık yolda. Arkadaşı Atina’da Türkoloji okumuş, Türkçe biliyordu dolayısıyla, biraz konuştuk ayak üstü. Sintagma Meydanı’nın arkasında meşhur Güllüoğlu baklavacısı var. Hatırladığıma göre 2000li yıllarda Yunanistan’dan Türkiye’ye çok turist gelirdi; hemen hepsi de İstiklal’deki Saray Restoran’a ya da Karaköy’deki Güllüoğlu’na gidip Türk tatlılarından yerlerdi. Taksim ve Beyoğlu çevresi Yunan turistlerle ve onları getiren otobüslerle doluydu, o derece rağbet vardı. Güllüoğlu’nun bir şubesi de bu talebe istinaden Atina’da açılmış. Girip birer porsiyon baklava yedik Grigorios’la. Bugün de aynı yerde, Ermou Cad.’ni kesen köşedeki yerinde hizmet vermeye devam ediyor Güllüoğlu.
Güllüoğlu’ndan çıkışta Grigorios’la iki gün sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştık. Gece otelime dönüp yattım, ertesi gün erken kalkıp kahvaltımı ettim ve oteldin resepsiyonundan yer ayırttığım Mora Yarımadası (Peloponez) turuna katılmak üzere bir otobüse bindim. Mora, Atina’nın güneyinde Korent (Corinth) Kanalı’ndan geçilerek inilen büyükçe bir yarımada. Osmanlı zamanında imparatorluğun en ücra köşelerinden biriymiş; önemli şehirleri Naflion, Menomvasia, Tripoli ve Kalamata. Eskiden burada çokça Türk yerleşimi varken 1821’de patlak veren Yunan İsyanı ve akabinde yaşayan savaşlar, göçler sebebiyle hepsi yok olmuş. Bir rivayete göre 1821-1829 arasındaki Yunan İsyanı sırasında 50,000 Moralı Türk hayatını kaybetmiş.
15 yy.’da Fatih Sultan Mehmet’in bizzat ordunun başında gelip fethettiği Mora’nın bizim Batı Anadolu sahillerine benzeyen bir coğrafyası var: Maki örtüsüyle kaplı yeşillik tepeler, ovalar ve Antalya civarını andıran uzun plajlar. Mora seferinde otobüsümüz Korent Kanalı’nda fotoğraf ve ihtiyaç molası verdi ilk önce. Odos Attiki otoyolu Atina’nın olduğu Attika Yarımadası’nın doğu ucu Sounion’dan başlayıp şehri dolaşarak Korent Kanalı’na ulaşıyor. Kanal bir geminin geçebileceği genişlikte düz bir hat üzerinde ilerleyen, dar bir geçit. Akdeniz-Karadeniz-Ege limanları arasında yük taşıyan gemiler için Mora’yı güneyden dolanmaktansa bu kanalı kullanarak geçmek ciddi zaman ve yakıt tasarrufu sağlıyor.
Korent’ten çıkışta sola dönüp Saronik Körfezi kıyısını takip ederek yeri gelip içerilere girerek Epidavros, Miken ve Naflion’u yani Mora’nın kuzeydoğu bölgesini gezdik; yaklaşık 10 saat sürdü turumuz. Otobüste Japon bir çift olan Yukiko ve Yutaka İmaizumi ile tanıştım, daha sonra çok iyi arkadaş olduk: Onlar o sıra Dubai’de yaşıyorlardı, ben de bir sene sonra orada iş bulup taşınınca daha sık görüşmeye başladık, beraber yemeğe de gittik doğum günümü de kutladık. Japonya’ya temelli dönüş yaptıkları zaman Tokyo’da da buluşup gezdik… Çok iyi insanlar hakikaten. Japonların misafirperverliği, saygıda kusur etmemeleri, geleneklerine bağlı ama bir o kadar da modern bir toplum olmaları bende çok iyi bir intiba bırakmıştır. Hakikaten takdire şayanlar.
Mora’da güzel bir gün geçirdik grup olarak. Gördüğümüz yerler arasında antik Yunan’da yaşamış olan komutan Agamemnon’un mezarı, Epidavros’daki antik tiyatro ve eski çağlardan kalan yollar, köprüler, anıtlar vardı. Yerel ürünlerden satan dükkanlarda birkaç defa durduk, yemek molası da verdik. Akşam dönüş yolunda sağ tarafımızda kalan Ege Denizi’nin ay ışığındaki manzarası şahaneydi. Plajda oturan birkaç kişi gördüm. İki sene önce askerliğimi yaptığım Antalya taraflarındaki Kumluca-Adrasan-Mira-Demre-Kaş yolu üzerinde akşamın alacakaranlığında, dingin havada geçtiğimiz plajları, gece orada konaklayanları hatırlattı bana. Mora’ya gidiş ve dönüşte, Megara yakınlarındaki tersaneler bölgesinden geçtik. Elefsis ve Skaramanga tersanalerini gördük. Yunanlılar denizcilikte malum oldukça yol kat etmiş bir millet, ticaret filoları dünyanın en büyüklerinden biri. Buralarda ticari ve askeri gemiler inşa ediyorlar. Yakınlarındaki Salamis Adası da Deniz Kuvvetleri’nin ana üssü konumunda.
Dönüşte Atina’ya vardığımızda Yutaka ve Yukiko’yla kontak bilgilerimizi değiştik, görüşmek üzere vedalaştık. Otobüs sabahki gibi otelimin önünde, aldığı yerde bıraktı beni. Yukarı çıkıp duş aldım üstümü değiştim, aşağı inip dışarı çıktım tekrar dolaşmaya. Sokağın biraz yukarısında meydana doğru solda büyük bir kitapçı vardı, girip bir göz atmadan geçmedim. Türkiye ve özellikle İstanbul üzerine o kadar çok kitap vardı ki, şaşırdım. Meğer İstanbullu Rumların hayatını, anılarını anlatan özel bir etkinlik varmış o sebeple girişteki bütün reyonlara bu konuyla ilgili eserler konulmuş.
Kitapçıdan çıkışta akşam gidilen bar-restoran-kulüp tarzı yerleri görmek için birkaç semt dolaştım. Birisi Gazi idi (eskiden hava gazı depolarının olduğu yer anlamında), diğeri Kolonaki’ydi, yine. Etrafta bizim Nişantaşı-Teşvikiye’yi aratmayacak düzeyde klas mekanlar, ortamlar ve şık giyimli, eğlenceye gelmiş insanlar vardı. Üçüncü mekânı, ki gecenin esas atraksiyonu burası idi, tesadüfen buldum. Caddede yürürken baktım karşıda kalabalık toplanmış bir kapıdan giriyor, ben de geçtim ve kapıdaki görevliye sordum nedir burada olan diye. Meğer orası büyük bir müzikholmüş, daha doğrusu gazino. “Ne tarz müzik var?” dedim. “Nerelisin?” diye sordu. “Türküm” dedim, “O zaman gel, seversin bu müziği” dedi. Yunan pop-arabesk tarzı 🙂 İçeride sıra-sıra şık masalar, kaç kat olduğunu saymadım, o kadar büyüktü. Sahneye biri bayan, biri erkek iki Yunanlı sanatçı çıktı gecenin bir saatinde. Birisi Dimitris Mitropanos idi, ismi üniversite yıllarımdan aklımda kalmıştı (daha sonra, 2012 yılında hayatını kaybetti). Hatta söylediği şarkıları hatırlıyordum. Mekân öyle bir doldu ki 12’den sonra, müthişti… Herkes masaların üstünde ellere havaya modunda tam tavernası havasına girdi. Kadınlar çok bakımlı ve güzeldiler. Ben ayakta seyredilen loca kısmındaydım, bir ara yanımdaki hanımlardan birisiyle sohbet ettik. Kıbrıs Rum Kesimi’ndenmiş, sağdan soldan konuştuk. Onlar da gezmeye gelmişler Yunanistan’a. Türk olduğumu söylemedim, ters bir reaksiyon olabilir endişesiyle. Gece bitince mekândan ayrılıp otelime döndüm yürüyerek hava da güzel olduğu için.
Ertesi gün otobüsle bu sefer Atina şehir turuna çıktım. Yunanlı yaşlıca bir kadın rehberimiz vardı, İspanyolca da biliyordu. Grupta bir İspanyol çift de olduğu için onlara tercümanlık yapıyordu, bize de İngilizce anlatıyordu. Önce antik Agora’ya, şehrin eski merkezine gittik. Akropolis’e yakın konumda olan bu geniş, yeşillik alanda eski Yunan’dan kalan sütunları ve şehrin arkeolojik geçmişinin bir kısmını görmek mümkün oldu. Şansa o gün hava da açıktı, bulutsuz bir gökyüzü vardı. Agora’dan sonra şehirde biraz tur atıp Akropolis’e çıktık. Burası şehre hâkim konumuyla güzel bir manzara sunuyor. Osmanlı döneminde burası askeri garnizon olarak hizmet görmüş, Partenon Tapınağı ise barut deposu olarak kullanılmış. Rehber arada Türklere de laf sokmaktan geri kalmadı (“yıllarca bizi yönettiniz, 400 senelik esaret” vb. gibi). Akropolis’in arka duvarından bakınca Atina’nın Osmanlı döneminden kalma yapılarını topluca görmek mümkün oldu. Monastiraki’deki Çizdaraki (Voyvoda Mustafa Ağa) Camii, Rüzgâr Kulesi, Medrese, Fatih Sultan Mehmet’in 1458’de Atina’yı ziyareti şerefine yaptırılan Fethiye Camii ve Hamamı gibi. Üniversite yıllarımda “Türk Atinası: Unutulan Yüzyıllar 1458-1832” isimli Molly McKenzie’nin İngilizce’den tercüme bir kitabını okumuştum. Osmanlı dönemi Atina’sındaki hayatı, halkın birbiriyle münasebetini, yabancı misyonların faaliyetlerini ve 1821 Yunan İsyanı’na varan süreçte yaşanan olayları konu alıyordu. Kitapta bu yapıların öyküleri ve içlerinde geçen ilginç hatta trajikomik olaylar anlatılıyordu.
Turun ertesi günü sabah Edinburgh’dan bir diğer arkadaşım olan Evangelos Angelopoulos’la yazıştık emailden; Atina’da gezebileceğim birkaç yer tavsiye ettim. Tarif ettiği Monastiraki’ye gidip biraz dolaştım. Mustafa Voyvoda Camii bugün seramik sanatlar müzesi olarak kullanılıyor. Hemen ilerisinden geçen Mitropoleos Cad. aynı zamanda kebapçılar çarşısı olarak da biliniyor, nitekim girişte Evangelos’un da bahsettiği yan yana olan iki restorandan birisinin adı Bayraktaris, diğeriyse Hacısavvas. Yol hakikaten çok kalabalıktı, bizim İstiklal Cad.’nin mini versiyonu gibi adeta. Bayraktaris’te oturup bir kuzu şiş ve salata yedim, eti pidenin üstünde servis ettiler. Tadını bizim İstanbul’daki kebapçılar kadar lezzetli bulmasam da yine de o gün damağıma güzel geldi.
Monastiraki’den çıkışta Grigorios beni Omonia Meydanı’ndan arabayla aldı ve beraber Atina dışındaki sahil kasabalarına gezintiye çıktık. Yol üzerinde Glyfada ve Vouliagmeni yazan tabelaları gördüm; Güneydoğu istikametinde devam edip Attika Yarımadası’nın en güney ucu olan Sounion’a vardık. İlk durağımız ünlü Poseidon Tapınağı katlıntıları oldu.
M.Ö 5 yy.’da antik Yunan döneminde, Dorik tarzda yapılmış olan anıttan bugüne ancak küçük bir kısmı ayakta kalabilmiş. Yine de manzara müthiş, sanki bütün Ege’yi buradan tek bir çerçeve içine sığdırabilmek mümkün. Bir deprem bölgesi olan Ege Denizi havzasında eski yapıların zamanla silinmiş olması Türkiye’den de alışık olduğumuz bir durum aslında. Dünyanın yedi harikasından biri olan Karya döneminden miras Bodrum’daki Halikarnassos Mozolesi yine bu şekilde depremler nedeniyle yıkılmış. Bugün yerinde ancak kalıntılarının çok az bir kısmı ve yapının temelleri görülebiliyor.
Sounion’dan sonraki ikinci ve son durağımızsa Attika’nın Sounion Burnu’nu kuzeye dönünce karşımıza çıkan Lavrion idi. Burası Türkiye’de kötü bir üne sahip, zira terör örgütü PKK’nın eğitim kampının olduğu mekân olarak medyaya yansımış ve Yunan makamları nezdinde Türkiye’nin sonuçsuz kalan kapatma girişimlerine konu olmuş. Tabi biz orada öyle bir şeyle karşılaşmadık, muhtemelen gözden uzak bir yerde olmalı idi. Sahilde biraz yürüdük, sonra Mikis Theodorakis Cad.’deki kafelerden birine oturup kahve içtik. Önümüzde Lavrion Marinası, karşıda Kea Adası vardı. İstanbul Yelken Kulübü’ndeki aktivitelerimden bahsettim biraz Grigorios’a. O da ilgilendiğini ve sıkıntısını atmak için yelkene başlamak istediğini söyledi. Evvelsi gün Kolonaki’ye yakın bir kafede otururken kendini “hala Atina’ya ait hissetmediğini” söylemişti. Atinalı olmasına rağmen 10 sene yaşadığı Edinburgh’dan dönünce oraya alışmış olmasının verdiği zorlukla buraya tam adapte olamadığını, bir nevi ters kültür şoku yaşadığını söylemişti. Ona hak verdim, zira ben de Edinburgh’dan İstanbul’a dönünce benzer şeyler yaşamıştım; örneğin neredeyse bir sene boyunca BBC kanalını izlemeye devam etmiştim…
Lavrion’dan çıkışta arabaya atladık, Atina’ya geri döndük. Grigorios beni Omonia Meydanı’nda bıraktı, vedalaştık. Otelime dönüp üstümü değiştim. Akşam çıkışta müzikli bir tavernaya gitmek fikri aklımdan geçti ve ismini öğrendiğim birkaç yere uğramadan edemedim. Biri, Rembetiko tarzı müzik yapılan eski tarzda döşenmiş, 20li-30lu yıllar temalı şık bir mekandı. Hatta içeriye girince “bu kadar güzel hazırlanmış bir yer niye boş?” diye düşündüm meğer rezervasyonla tüm masalar dolmuş o akşam için. Çıktım, bir ara dışarda mekânın kapısındaki görevlilerden biri baktım elinde tespih çekiyor. Yunanlılar buna komboloi diyorlar; Osmanlı dönemindeki kâh vakit geçirme kâh kabadayılık raconundan kalma bir adetmiş burada tespih çekme.
Yola devam ettim, nihayet bir tavernada karar kıldım ve içeri girdim. Orda da aynı şekilde masalar doluydu ama bar kısmında yer gösterdiler. Meyve tabağı ikram ettiler. Masalara baktım; güzel, bakımlı hanımların 2li 3lü gruplarla yalnız oturdukları masalar da vardı, karışık olanlar da. Bir süre sonra assolist sahne aldı. Yunanistan’da Laiko denilen bizdeki fantezi-arabesk müziğe karşılık gele tarzda şarkılar geldi ardı arkasıya. Bir tanesini üniversite yıllarımda Yunanlı bir arkadaşımın verdiği CD’de dinlemiştim, ismi Ta Smyrneika Tragoudia (İzmir Şarkıları), söyleyen de Pantelis Thalassinos isimli bir şarkıcıydı. Güney Anadolu, hatta Kıbrıs ezgilerine benziyordu. YouTube’da şu linkten şarkının kaydını dinlemek mümkün:
Gazinoda ilginç şeylere de şahit oldum. Dinleyiciler tarafından yuvarlak tepsiler içinde gül sipariş edilerek mekandaki görevlilerin yardımıyla şarkıcının başından aşağı dökülüyordu. Sonra dökülen gülleri toplayıp yine aynı tepsiler içinde sipariş alıp tekrar tekrar şarkıcıya boca ediyorlardı J Bir nevi sevgi gösterisi, “yaşa, varol, nurol” der gibi… Bu mekânda biraz daha ağır, orta yaşlı insanların takıldığını gördüm önceki akşamki müzikholde gördüklerime kıyasla, ki orda nerdeyse dinleyicilerin tamamı gençlerden oluşuyordu.
Atina eğlence hayatında gördüğüm en önemli şey geçmişin mirasını korumayı iyi bilmeleri oldu. Eski, yeni adetleri saygı çerçevesinde devam ettiriyorlar, biri diğerini öldürmüyor. Bir saat kadar gazinoda oturduktan sonra kalktım yavaş yavaş, hatta barmen sordu “ne oldu, beğenmediniz mi yoksa, niye gidiyorsunuz?” diye. “Yok” dedim, “beğendim, gayet güzel” ama tabi turlardan artık yorgun da olduğum için otelime geri dönüp yattım.
Ertesi gün akşam İstanbul’a dönüş vakti gelmişti. Sabah bavulumu hazırlayıp kahvaltıdan sonra check-out yaptım, eşyalarımı otelde bırakıp metroyla Pire sahiline gittim. Pire limanı Atina’nın, daha doğrusu Yunanistan’ın ana ticaret kapısı bir nevi. Dünya deniz ticaret filosunun büyük bir bölümüne hâkim olan Yunanlı armatörler burayı üs edinmişler. Yol üstünde bir polisten yol tarifi de aldım, yürüyerek Pire sahilini takip ede ede ünlü Pasalimani (Paşalimanı) ve Tourkolimano (Türk Limanı) semtlerini dolaştım. Bu bölgede denize sıfır hatta içinde bulunan restoran, kafe, bar tarzı bir sürü mekân var akşamları dolup taşan, turistler için ideal. Paşalimanı’ndaki marina daire şeklinde, mendirekten dar bir girişi var. Solda biraz ilerisinde de uzun bir halk plajı, sağda is Deniz Müzesi mevcut. O serin Kasım ayında bile denize giren, sörf ya da yelken yapan birçok kişi gördüm.
Pire’den çıkışta otelime döndüm aynı yol üzerinden, bavulumu alıp metroyla havaalanının yolunu tuttum. Atina’da görüp gezebileceğim çok yer daha olmalıydı, semt pazarları örneğin ama zamanım kalmamıştı. Check-in yapıp pasaporttan geçtikten sonra Duty Free sahasına girince hediyelik eşya satan bir dükkâna uğradım. Yunanistan’ın ünlü likör markası Metaxa’dan bir şişe aldım eve hediye götürmek için. Kasaya geldiğimde biniş kartımı uzattım, kasiyer kız Türkçe olarak bana “İyi yolculuklar” dedi, gülümsedi. Biraz konuştuk, meğer ailesi İstanbul Rumlarındanmış, Türkçeyi onlardan öğrenmiş. THY biniş kartımı görünce merak etmiş. Atina’da böyle çok göçmen aile olduğunu söyledi. Vedalaştık ve uçağıma binmek üzere kapıya gittim.
Atina-İstanbul arası uçuş yaklaşık bir saat sürüyor-sürmüyor. Atatürk Havalimanı’na, memlekete güzel anılarla dönmüş olmanın rahatlığıyla vardım. Evin yolunu tuttum önce, oradan da Kadıköy Bağdat Cad. yakılarında o akşam için tesadüfi olarak ayarlanmış Türkçe-Rumca şarkıların çalındığı bir taverna eğlencesine katıldım… Atina’dan İstanbul’a “yumuşak bir geçiş” yapmış oldum desem yeridir 🙂